6 Eylül 2016 Salı

1970’LERDE TÜRKİYE’DE SOSYAL ve SİYASAL HAYAT

Giriş
1.1970’lere Gelinirken
Türkiye’de 1970’lere gelinirken, gerek ülke dışında, gerek ülke içinde, sosyal ve siyasal olarak oldukça hareketli bir dönem yaşanmaktaydı ve 1970’ten sonra da bu dönem çeşitli şekillerde bu ivmesini korumuştur. 1968 yılına gelindiğinde, Batı Almanya’da başlayan öğrenci hareketleri, Fransa’da da kabul görmüş ve devrim olasılığı, Batı’nın gündemine yeniden girmiştir.[1] Emekçilerin taleplerinin sesi yükselmiş, işçi hareketleri daha geniş boyutlara ve daha farklı ülkelere yayılmıştır. Avrupa’da, 1973’e gelindiğinde “petrol krizi” olarak adlandırılacak, azalan büyüme oranları ve artan fiyatların yarattığı huzursuz ortam, sosyal ve siyasi yapıdaki belirsizliğe ivme katmaktaydı. Bu yıllar (özellikle 1968) yönetilen insanlarda umutsuz ve huzursuz dönem olurken, iktidarda olanlar için de güvensizlik duygusunun hakim olduğu yıllar olmuştur.
Batı’da durum özetle böyle iken, Türkiye’de de batıdan çok farklı bir durum söz konusu değildi. 1961 Anayasası’nın getirdiği, nispeten daha liberal ortam, kırsal nüfusun azalması, sanayileşme de hız kazanılması, kitlelerin tarımsal üretimden koparak kentlerde gecekondulaşması gibi nedenler, geleneksel toplumun yerine kitlelerin politik olarak sürece katılmalarını kolaylaştırdı. 1968 Şubatı’nda Zonguldak maden işçiler, ücret dağıtımında adaletsizlik gerekçesi ile büyük bir direniş gerçekleştirmeleri, Haziran 1968’de İstanbul Üniversitesi’nin işgali, Derby Lastik Fabrikası’nın işçilerce işgali, artan solcu hareketlere karşı sağda başlayan hareketlenmeler (Milli Türk Talebe Birliği, Ülkü Ocaklarının kurulmaya başlanması, İzmir’de ilk komando eğitim kursunun açılması gibi)hızlanmıştır.[2]
Yine Bugün Gazetesi çevresinde İslamcı akım, siyasal bir nitelik kazanmaya başlamıştır. 1965 seçimlerinde %53’lerde oy oranıyla iktidar olan, Süleyman Demirel hükümeti (AP) bu dönem, sol üzerindeki baskıları arttırmış ve “rejim bunalımı” havasında yapılan genel seçimlerde tekrar iktidar partisi olmuştur.[3]

1.2-1970’li Yıllar : İki Darbe Arası
            1970’e gelindiğinde, 60’ların hareketliliği devam etmekteydi. Mecliste CHP ve AP’nin birlikte görüşüp, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın onayladığı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ve Sendikalar yasasındaki, değişiklikler, aslında Türk-iş ‘ten Disk’e işçi akışını önlemek, sendikal hakları kısıtlamak ve sendika değiştirmeyi güçlendirmek içindi. Bu duruma Disk’in 15 Haziran 1970’te İstanbul’da başlattığı gösteri yürüyüşlerine, ertesi günde İstanbul ve çevresinde yoğun katılım yaşanan gösteriler gerçekleşince Bakanlar Kurulunca 60 günlük sıkıyönetim ilan edildi ve çoğu sendikacı, bu sıkı yönetim mahkemelerince tutuklanmıştır. Ancak Anayasa mahkemesi, bu değişikliği iptal etmiştir.
            Bu dönemin iktidarı AP, ülke genelindeki sorunlara paralel olarak hem iktisadi hem de siyasi bir bunalıma girmişti.[4] Şubat 1970’te, bütçe görüşmelerinde 41 AP milletvekilinin, muhalefetle (AP) oy kullanması ve bütçenin reddedilmesi bu durumun bir göstergesidir. Fakat bu iç muhalefet, mutla olarak Demirel’in örgüt içindeki pozisyonunu etkilemiştir. 1970-80 döneminin bir sonrasının da önemli siyasi aktörlerinden Necmettin Erbakan’ın önderlik ettiği Milli Nizam Partisi, Ocak 1970’te kurulmuştur. Yine, AP içinde Demirel’e muhalif olanların kurduğu Demokratik Parti de bu döneme denk gelir.[5] Solda da Milli Demokratik Devrim Hareketi’nin önderi Mihri Belli, M. Ali Aybar’dan sonra, 1970’te Tip’in genel başkanı seçilen Behice Boran, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) önderi Deniz Gezmiş ile Mahir Çayan bu dönemin öne çıkan isimlerinden bir kaçıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, bu dönemde solda da bir bulanıklık vardır.[6]
            12 Mart 1971’e gelindiğinde, TRT radyolarından ilan edilen muhtıra ile, ordu on yıl aradan sonra tekrar iş başına geçiyordu. Bu dönem Genel Kurmay Başkanı olan Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyecioğlu idi ve yayınlanan muhtırada bu komutanların imzası vardı. Muhtıra’nın diğer darbeden tek farkı vardı. O da şuydu: bu Muhtıra ile, meclis ve siyasi partiler kapatılmadı ve Anayasa askıya alınmadı. Elbette bu askerlerin yönetimde söz sahibi olmak istemedikleri anlamına gelmez. Bu Muhtıra’dan hemen sonra ordu içinde, Milli Demokratik Devrim Hareketi’ni savunan subaylar ve Yön dergisinin devamı sayılabilecek, Doğan Avcıoğlu’nun çıkarttığı, genel yayın yönetmenliğini Hasan Cemal’in yaptığı Devrim dergisi çevresinde toplananlar vardı, Türkiye’de işçi sınıfının sosyalist bir devrim yapabileceğini düşünmüyorlar ve sosyalist partinin seçim yoluyla iktidara gelemeyeceğine inanıyorlardı.[7] Oldukça genel hatlarıyla belirtilen bu grup askeri cuntaya inanıyorlardı. Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu da ki -27 Mayıs’ın en önemli isimlerindendir- MDD’ci askerdir.
            12 Mart ile birlikte, Türkiye çapında özellikle sol karşı, oldukça set ve acımasız tavır alındı. İşçi önderleri, öğrenciler tutuklandı ve işkencelere maruz kaldılar. Kapatılan dernekler ve sokağa çıkma yasakları, özgürlüklere ket vurdu. Bir yıl sonra 6 Mayıs 1972 günü, öğrenci liderlerinden Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte idam edildiler. Yine (THKP-C) lideri Mahir Çayan ve dokuz arkadaşı ile, Denizlerin yakalanmasından sonra, infazlara engel olmak için Ünye’deki NATO’ya ait istasyonda görevli 3 teknisyeni kaçırmışlar ancak, 30 Mart 1972’de Kızıldere Köyü’nde öldürülmüşlerdir.
            12 Mart Muhtırası ile istifa eden hükümetin yerine, 26 Mart 1971’de, Nihat Erim Hükümeti kuruldu. Kabine kadrosundan dolayı “beyin kabinesi” olarak adlandırılmış[8], pek çok ekonomist ve bürokrat bu kabinede yer almıştır. Dünya Bankası’nda görev yapmış olan Atilla Karaosmanoğlu, bu dönemdeki reform programını hazırlayan ekonomisttir.[9] Erim, anayasanın liberal içeriğine yönelik, 44 maddelik bir değişiklik programını meclisten geçirmiştir.[10] Ayrıca Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı gibi, sanayiciler ve işadamları bu dönemdeki reformları desteklemişlerdir. Bu durum, 1970’lerden sonra işadamlarının sosyal ve siyasal alanda, aktif rol almaya meyilli bir tavır sergiledikleri söylenebilir.[11]
            12 Mart rejimi, bir anlamda İnönü’yü de devirmişti. CHP liderliğinde geçen, 34 yıllık liderliği, Türkiye’nin en önemli siyaset adamlarından biri artık, bu sayfayı kapatıyordu. 12 Mart’a önce tavır alan ancak devamında bu tavrı değişen İnönü ve 12 Mart’ı sola ve kendi partisine karşı bir darbe olarak nitelendiren, CHP genel sekreteri Bülent Ecevit, fikir ayrılığı yaşadı ve görevinden istifa etti. 7 Mayıs 1972’de CHP olağanüstü kurultayında, Bülent Ecevit artık, partinin yeni lideriydi. Artık bir yanda, isteklerini uygulamak gayesinde olan ordu, bir yanda da Demirel ve Ecevit ikiliği vardı. Her iki lider de, bu çekişme döneminde, askerin baskısını yakından hissetmiş, meclisin kapanabileceği korkusunu yaşamışlardır.[12] Orduda terfiler ve yaklaşan Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı seçimleri bu ortamı daha da hareketlendirdi. Muhsin Batur’un (Hava Kuvvetleri Komutanı) Ankara’da uçurduğu jetler, aslında devletin en önemli kademeleri için yapılmış bir gövde gösterisi niteliğindeydi.[13]
            Genelkurmay Başkanlığı Semih Sancar’a verilirken, Faruk Gürler ordunun tahmininin aksine, Cumhurbaşkanı seçilemedi. 6 Nisan 1973’te Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, 12 Mart bir anlamda sona ermiş oluyordu. Siyaset sahnesinin dört önemli ismi, Alpaslan Türkeş, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan ekim ayındaki seçimlere giden en önemli siyasi aktörlerdi. Nihat Erim’in ülkeyi kararnameler ile yönetme yetkisi talebi, Sunay Tarafından reddedilince Erim, Nisan 1972’de istifa etmiş. Yerine Güven Partisi liderlerinden Ferit Melen geçmiş, AP ile daha yakın ilişkiler kurmuştu. Ardından Fahri Korutürk’ün atadığı, Naim Talu (ekonomist) 1973’e kadarki geçici hükümeti yöneten kişiydi.[14]
            1973 seçimlerinde %33,5’lik oy alarak, en büyük parti oldu. AP %29,5 ile en yakın takipçisiydi. Ancak partilerin salt çoğunluk sağlayamaması nedeniyle koalisyon kurulması gerekiyordu. Sağ, sandıktan bölünmüş olarak çıkmıştı. Erbakan’ın MSP’si Demirel’in oylarına talip olmuştu ve başarmıştı da. 1974’e girerken koalisyon tartışmaları yaşanıyordu ve AP ile CHP ortaklığı akla ilk gelen hükümetti. Ecevit’in teklifleri sağ partilerce reddedilmekteydi. Ecevit o dönem yenilikçi, halkçı ve kurtarıcı lider olarak parlamaktaydı.[15]
            Ancak o sırada CHP için, MSP en uygun ortak olarak görülüyordu. Anadolu sermayesini temsil eden MSP ile milli sanayi ve karma ekonomiden yana olan söylemleri ile CHP ile uyuşuyordu.[16] Ancak bu birliktelik uzun sürmedi. Çünkü iki parti de anlayış olarak ve uygulamadaki şekilleri bakımından zıt partilerdi. 1974’te Ecevit, bu koalisyondan istifa edince, Cumhurbaşkanı, senatör Sadi Irmak’ı atadı ama güven oyu alamadı. Daha sonra Demirel, AP, MSP, MHP, CGP, DP ile bir Milliyetçi Cephe hükümetini kurdu.
            1974 yılında, Kıbrıs’ta askeri darbe ile Türkiye aleyhtarı yönetim başa geçince, müdahale kaçınılmaz hale gelmişti. 20 Temmuz 1974’te ilk çıkarma yapıldı ve Rum direnişi fazla sürmedi. Ancak harekâtla birlikte Rumların baskısı gittikçe arttı ve müdahalenin devamının gelmesi gerektiği düşünüldü. İngiltere ile Amerika’nın siyasi çözüm önerilerine ve Rum tarafının yaklaşımı, “ayşeyi tatile çıkardı.”[17] Böylelikle adanın %35’lik bölümünde Türkiye kontrol sağladı. Ecevit’in “Kıbrıs Fatihi” ünvanı ile anılması, cesur lider olarak görülmesi, halkın sempatisini kazanması bu harekatın başarısı ile sağlanmıştır.1973’te patlak veren petrol fiyatlarındaki hızlı yükseliş, ülke insanına büyük zamlarla yansıdı. Benzinin yetersizliği, şeker, tüp-gaz ve yağ için uzun kuyruklar oluşmaya başladı. Toplumun özellikle gecekondu semtlerinde yaşayan kesimi bu durumdan oldukça fazla etkilendi. Kıbrıs Fatihi Ecevit artık, kuyruklar döneminin baş aktörü olarak anılmaya başlandı.
            Sokaktaki tansiyonun iyice arttığı bu dönemde, meclisin cephe hükümeti, Ecevit’in şahlandırdığı ‘sola karşı birlik anlayışına’ sarıldı. Bu durumda hem yönetimini böldü, hem de halk arasındaki sağ-sol ayrışmasını şiddetlendirdi. Dönemin MHP Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Okuyan, CHP dışında, ülkeyi sağ partilerin yönetmesini istediklerini, yine yönetim kurulu üyesi Taha Akyol, yükselen solu durdurmak isteminin, halkta meclise karşı tavrı yükselttiğini ve cephe mantığıyla hareket etmenin temel hata olduğunu vurgulayarak amaçlarını belirtmişlerdi.
            Mecliste kurulan bu baraj yanında, ülkücü komando kampları da sokaktaki baraj olarak görülmekteydi. Kontgerillla olarak bilinen örgüt yine bu dönem sola karşı faaliyet yürüten yer altı örgütüydü.  1974’te Şahin Aydın isimli sol görüşlü öğrencinin öldürülmesi, 12 Mart sonrası ilk siyasi cinayet olmuştu. Devrim için mücadele eden sol ve devleti koruma misyonunu kendine tanımış ülkücüler arasında, kıyasıya kanlı bir mücadele baş göstermişti. Sol ve sağ karşılıklı kıyımlar gerçekleştiriyordu. Dönemin en önemli yapılanması Dev-Genç, at ile dışarı çıkan bazı yöneticiler, bu çatışma ortamında var olan unsurlardı. Üniversiteler işgal ediliyor, sürekli karşı saldırılar gündeme geliyordu. Bu dönem ülke dışında da, Türk Büyükelçilerine saldırılar düzenleniyordu. Daniş Tunalıgil (Viyana), İsmail Erez (Paris) ASALA örgütünce infaz edilmesiyle suikastlar dizisi başlamış oluyordu.[18]
            Yine bu dönemde, kurulmak istenen Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Disk’in tepkisi ile karşılaştı. Örgütlü, inatçı ve katı dokusuyla, devrimci işçilerin tercih ettiği en önemli sendika olan Disk, yaklaşık 500 bin üyeye sahipti. 1976 1 Mayıs’ında kitlesel bir katılımla işçi bayramı kutlanmıştır. Disk, tüm işçi hareketlerini, DGM’lere karşı organize edip, grevler, iş bırakma eylemleri ve direnişlerle tepkisinin etkilerini tüm yurtta hissettirdi. Bu da MC’yi köşeye sıkıştırdı. CHP ve Disk’in sert direnişi, DGM yasasını engelledi ve ordunun gözünde bu durum, ülkenin teröre teslim edilmesi olarak algılanıyordu.
            1970’li yıllar sinema, müzik, eğlence gibi sosyal ev kültürel öğelerin de dönüştüğü yıllar olmuştur. Köyden kente göç ile gecekondulaşma arabesk bir kültür yaratıyordu. Kentli olma ile köylü olma arasında kalan insanların, bu kültüre sarılması yine bu dönemlere denk düşer. Televizyonun 1969’dan sonra yaygınlaştığı dönemlerdir. Bu yıllar gecekondu semtlerinde, çatılardaki çanak antenler, transistörlü teyp, radyo gibi ev aletlerinin yaygınlaştığı, orta sınıfın ve emekçi kesimin gelirindeki kısmi artışların yaşandığı yıllardır.[19]Almanya’ya göç devam etmekte, bir kurtuluş olarak görülmektedir. Mini eteklerin yaygınlaşması, apartman topuk modası ve telli dikenli saçlarla hippiliğin etkisi görülmekteydi. Televizyonda Pembe Panter ve Kaynanalar dizisi ilgiyle izlenmekteydi. Tarkan ve Karaoğlan çizgi romanı, Türkiye’de Teksas’a veya Tommiks’e rakipti. Sinemada seks filmleri, yapımcılara iyi kazanç sağlarken, izleyiciden de büyük ilgi görmekteydi. Erkek izleyici kitlesinin, cinsel duygularının sömürüldüğü bu yıllar, Türk Sinemasında uzun bir dönem etkili olmuştur.[20] Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Türkan Şoray, Fatma Girik, Kadir İnanır gibi ünlü Yeşilçam aktörleri, bu dönemin sinemalarında sıkça rol almışlardır. Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses gibi arabesk müziğin sevilen isimleriyle renklendirilen bol acıklı, ezilme ve yoksulluk üzerine kurulu ve kaderci yaklaşımı özümseyen sahneleriyle izleyici kitlesinin ilgisi çekilmiştir.[21] Sinema ile toplumsal yapının bağlantısı düşünüldüğünde, özetlenen bu tablo daha anlaşılır olacaktır. Yine gençler arasında uzun saç modası, İspanyol paça pantolon ve diskoda, ışıklı kürenin altında dans etmek yaygın olgulardandı. Yine bu dönem teyp ve kaset kayıtlarının yaygınlaştığı bir dönemdir. İlkokul çocuklarının ilgiyle okuduğu Cin Ali hikâyeleri meşhurdur.
1.3- 1980’e Doğru
            1977 yılına gelindiğinde Türkiye’de , aç ve işsiz milyonlar umudu solda, sol da umudu CHP’de görüyordu. Disk’i arkasına almış olan CHP, meclisteki Cephe hükümetinin yerine, tek başına iktidar olmak istiyordu. Cephe’de de ayrışmalar başlamıştı. Böyle bir ortamda Disk, 1977 1 Mayıs’ta, dev bir miting yapmayı, meclise, halkın CHP ve sola desteğini göstermeyi amaçlıyordu. Ülke genelindeki sol gruplara çağrılarla bu amaç, tüm gruplara yayılıyordu. Disk genel Başkanı Kemal Türkler, yüz binlerin katıldığı 1 Mayıs’ta konuşma yapacağı esnada, etraftan açılan yaylım ateşi ve çıkan arbede, polisin müdahalesi onlarca kişinin ölümüne ve yaralanmasına yol açtı. Toplumsal direnişin bir başka örneği; Fatsa’da kurulan komitelerle, ilçenin yönetiminin bu komitelerce yürütülmesi olmuştur. Yine İstanbul Ümraniye’de, hazine arazisi üzerinde halka bedava dağıtılan parsellerin kurulduğu 1 Mayıs mahallesi oluşturuldu. Ancak bu kurtarılmış bölgede, devletin müdahalesi ölüm ve yaralanmalarla birlikte sona erdi. 16 Mart 1978’de Beyazıt’ta 7 öğrencinin katledilmesi, 8 Ekim 1978’de Ankara’nın Bahçelievler mahallesinde 7 Tip’li öğrencinin öldürülmesi ve yine 16 Mart 1978’de Alevi vatandaşlara yönelik işyeri ve evlere yapılan saldırılar ve insanlığı utandıracak katliam 70’lerin utanç sayfalarına eklenmiştir


[1] Geçiş Sürecinde Türkiye, s151.
[2] A.g.e.. s152.
[3] Seçime katılım oranı açısından bakıldığında, aslında seçmenlerin güven duygularının tam olmadığı düşünülebilir. Genel olarak kamunun huzursuzluğun yansıtan bir gösterge sayılabilir.(%64.3)
[4] A.g.e.. s154.
[5] A.g.e..s155.
[6] A.g.e..s167.
[7] Emre Kongar, 21.yy’da Türkiye, s176.
[8] A.g.e..s176.
[9] Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s374.
[10] A.g.e..s376.
[11] Devlet ve İşadamları, s.27.
[12] Ecevit ve Demirel ile yapılan röportajlarda, ifadelerinin özetleri sayılabilir.(1.Bölüm)
[13] 12 Eylül Belgeseli, M. Ali Birand, 1998.
[14] Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s377.
[15] Emre Kongar, 21.yy’da Türkiye, s181.
[16] 12 Eylül Belgeseli, M. Ali Birand, 1998.
[17] Dönemin Dışişleri Bakanı, Turan Güneş’in kızının adıdır. İkinci harekatı, Ecevit’e bu parola ile bildirmiştir.
[18] 12 Eylül Belgeseli, M. Ali Birand, 1998.
[19] Türkiye İktisat Tarihi, s119.
[20] Türk Sinemasında Türler Üzerine Bir İnceleme.
[21] A.g.m.


Kaynakça
  1. Buğra, Ayşe, Devlet ve İşadamları, , İletişim Yayınları, İstanbul 2010.
  2. Boratav ,Korkut, Türkiye İktisat Tarihi, , İmge Kitapevi, Ankara 2006.
  3. Der. Tonak, E.Ahmet ve Schick,C.Irvin ; Geçiş Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları: Türkiye İncelemeleri, İstanbul Ekim 2006
  4. Kongar, Emre , 21. Yüzyılda Türkiye: 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Remzi Kitapevi, İstanbul, Temmuz 2007
  5. Zürcher, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul ,2011
  6. Keyder, Çağlar, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010
  7. Küçük, Yalçın,Türkiye Üzerine Tezler,Tekin Yayınevi, Aralık, 1984
  8. 12 Eylül Belgeseli- M.Ali Birand,(1,2,3,4. Bölümler) Yılı: 1998, Yapımcı, Ali İnandım 

İBNİ HALDUN’UN İKTİSADİ DÜŞÜNCELERİ

İbni Haldun’un iktisadi düşüncesine ilişkin görüşleri; üretim tarzı ve işbölümü, emek-değer, artık-değer, nüfus, fiyat, para, gelir ve servet dağılımı ile devletin iktisadi sistemdeki yeri başlıkları altında ele alınabilir.
1-Üretim Tarzı ve İşbölümü:
İbni Haldun’a göre, göçebelik ve yerleşiklik devreleri insanlar için tabii bir gerekliliktir. Yani, bedevilik (göçebelik) ve hazerilik (yerleşiklik) olmak üzere iki yaşam tarzını geçirmek insanlar ve toplumlar için tabii ve zaruridir ve buna paralel bir ekonomik ve sosyal yapı göstereceklerdir: kavim ve nesillerin hallerinin başkalığı ve çeşitliliği, onların geçinme şekil ve usullerinin birbirinden başka ve türlüce olmasından ileri gelmektedir. Hemen belirtelim ki, geçinme şekil ve usulleri deyimi hem İbni Haldun’un temel yapı olarak ekonomiyi aldığını hem de ve daha kavramsal olarak bunun üretim tarzı demek olduğunu ortaya koymaktadır. Öyleyse, göçebelik ilk üretim tarzıdır ve insanlar için yaşayış tarzının bu devresini geçirmek onlar için bir zarurettir. İbni Haldun göçebelikten yerleşik üretim tarzına geçişin dinamiğini incelemekte ve yaşam biçimlerini buna göre sınıflamaktadır. Görülmektedir ki, üretim tarzı olarak sadece göçebelik ve yerleşiklik diye ikili bir ayırım esas alınmıştır.
Toplumsal işbölümü kavramı, “iş süreci içerisinde insanların karşılıklı yardımı, insanlar arasındaki işbölümünde ifadesini bulur” şeklinde açıklanmıştır ki bu da üretimin toplumsal örgütlenmesidir. Öyleyse “toplumun özü, insanlar arasında bir işbölümüne dayanan yaşama araçlarının sağlanmasında üyelerinin ortak emeğinde yatar. İbni Haldun toplumların özünün toplumsal işbölümü olduğunu belirtmektedir.
2-Emek-Değer:
İbni Haldun’a göre önce, yaşamak için en zorunlu madde olan gıdayı, daha sonra da diğer zaruri  maddeleri elde etmek için bireyin, topluluğun diğer üyeleriyle ortak üretime gitmesi, yani toplumsal işbölümü gerekir. Öyleyse, bir yandan insanların çalışmaları ve geçinmeleri için gereken nesneleri elde etmeleri gerekir. Öte yandan insan gücü veya emek, üretimin temel faktörüdür. İbni Haldun’da iktisadi ilişkilere girebilmemiz için emeğin zorunlu katılımı önkoşuldur.
İbni Haldun, değerin kaynağında emeğin rolünü belirtmektedir. Üretilen ürün değerinin, onun üretiminde söz konusu emek değerine eşit olduğunun kabulü bunu daha net ifade etmektedir. Emek, üretimin başlıca girdisi servetin ve karın başlıca kaynağıdır.
3-Artık-Değer:
Emek harcayanların ürettikleri ürün miktarının, harcanan emekten daha fazla olması toplumsal işbölümünde bir artık yaratmaktadır. Yaratılan ürünün artık değeri temsil eden kısmına da artık ürün denir. Öyleyse, İbni Haldun bireylerin üretim sürecinde yarattıkları ürün, harcadıkları emeklerinden çok fazladır ve emeklerinden kalan kısmı ihtiyaçlarından fazlasına sarfedilmiş olur demekle, bir fazlanın yaratıldığını kabul eder. Zaten İbni Haldun da bir artık değer teorisi sezinlenmekte ve büyük kazançların, başkalarının emeklerinin veya başka toplumların varlıklarının ele geçirilmesi ile oluştuğunu belirtmektedir.
4-Nüfus:
Her birey, işbölümü sonucu, emeğinden daha fazlasını üretebiliyorsa o zaman toplumdaki bireylerin sayısı artınca üretim de artacak ve yaşam düzeyi yükselecektir. Öyleyse İbni Haldun için üretim ve nüfus birbirine bağlı iki iktisadi kavramdır. Bir yandan, üretim nüfus tarafından belirlenir, çünkü daha yüksek nüfus daha fazla üretim demektir. Daha fazla üretim, daha fazla işgücüyle, bu ise daha fazla nüfusla orantılı olarak mümkündür. Daha fazla nüfus, tabii nüfus artışı ve göçlerle oluşabilir.
5-Fiyatlar:
İbni Haldun’un nüfus teorisinin uzantılarını, fiyatın oluşmasına ilişkin fikirlerinde de görürüz. Nüfus yoğunluğu ile fiyat arasında bir paralellik kurmuştur. Ona göre, şehir merkezlerinde yiyecek maddeleri ve diğer hayati maddeler ucuz, buna karşılık meyva ve refahlı hayatın gerektirdiği maddeler ise pahalıdır. Aksine, nüfusu gittikçe azalan ve mamur olma niteliğini kaybeden küçük şehir ve kasaba gibi yerleşme merkezlerinde ise yiyecek ve zaruri maddeler daha pahalı, ikinci derecede ihtiyaç maddeleri ise daha ucuzdur.
Ona göre, arz ve talebi oluşturan unsurlar ne olursa olsun, arz ve talep arasında birbirini etkileme süreci söz konusudur. Yani, her talep kendi arzını yaratır ve bu arz da bir talebin ortaya çıkmasına yol açar. Fiyatın daha çok talep tarafından belirlendiğini vurgularken, aşırı bolluğun ve fiyat düşüklüğünün de zararlı olduğunu belirtir.Öte yandan ona göre, aşırı pahalılıkta zararlıdır.
6-Para:
İbni Haldun’a göre her devlet iki temel etkene dayanır: bunlardan birincisi şevket ve asabiyet (kabilecilik, kavmiyetçilik ya da bir kimsenin kabile ya da kavmine olan bağlılık hissi), ikincisi ise asker yetiştirmek ve beslemek için devletin muhtaç olduğu paradır. Nasıl bu iki etken devletin temeli ise, yine bu iki etkenin yetersizliği de devletin zayıflaması demektir.
Altın ve gümüşten madenlerin kıymetlerinin yükselip alçalması, İbni Haldun’un metal standardını kabul ettiğini ve altın ve gümüşün fiyatının sabit olmasını savunduğunu gösterir.
Paranın iktisadi faaliyete olan etkisi, onun azlığının ekonominin yavaşlamasına yol açacağı şeklinde belirtilmiştir. Ona göre para, ülke ekonomisinde yaratılır ve yine ona gitmelidir. Bu anlamda, para yönetenlerle yönetilenler arasında gider gelir.
7-Gelir ve Servet Dağılımı:
İbni Haldun’a göre fiyat üç unsurdan oluşur: ücret, kar ve vergi. Fiyatı oluşturan bu üç unsurdan her biri, aynı zamanda nüfusu oluşturan üç ayrı sınıfın gelirini ifade eder.
İbni Haldun’da nasıl, her mal ve hizmeti üretiminde emek temel alınıyor idiyse, fiyatların oluşumunda da ücretler temel öğe olarak alınmaktadır. Öte yandan, işgücünün fiyatı olan ücret arz ve talep kanununa göre belirlenmektedir.
Fiyatı oluşturan ikinci unsur olarak kar, genel tanımıyla, alış fiyatı ile satış fiyatı arasındaki farktan oluşur, fakat bu farkta arz ve talebe göre belirlenecektir. İbni Haldun, tüccarın satın aldığı ve sattığı fiyat arasındaki mal ve paraların kar adıyla anıldığını belirtmiştir. İbni Haldun’daki kar kavramı çok özel bir anlam taşır; kazancın, geçim için kullanılmaya bölümü ki bu da tasarruf ve servet birikimi anlamına çok yakındır. Zaten karı riba ve gasb diye ikiye ayırmaktadır. Merkantil nitelikte olan birinci kavram, ucuz alım ve pahalı satım farkından doğuyor, ikinci kavram ise üretken emeğin sağladığı fazlayı içermektedir.
Fiyatı belirleyen unsurlardan vergiler, yöneticilerin ve tebaanın sahip oldukları servete ve vergiye tabi mal ve hizmetlere bağlı olarak değişir ve vatandaşların gelirlerini ve ödeme güçlerini etkiler.
8-Devletin İktisadi Sistemdeki Yeri:
İbni Haldun’a göre bir ülkede devlet en büyük pazardır. Devlet bir taraftan yol inşaatı, hamam, cami, hastane, okul, anıt ve bilimsel kuruluşlarla ilgili hizmetleri yapmasıyla, öbür taraftan da gelir ve harcamalarıyla ekonomiyi ve toplumsal yapıyı etkiler. Devletin, daha somut haliyle yöneticilerin iktisadi faaliyetlere bizzat katılmaları, ülke halkına ve bütünüyle iktisadi sürece olumsuz etkiler yapar. Ona göre, iktisadi süreçte serbest rekabetin varlığı esas ve iktisadi faaliyetleri tekel halinde yürütmek ise zararlıdır ve bunun geçici olması arzulanır.
Onun görüşüyle, hükümdarın ve yöneticilerin ticaretle meşgul olması tebaa için zararlıdır, çünkü zulüm yapılmasına yol açacaktır, bu da sosyal hayatın ve uygarlığın çöküşünü hazırlayacaktır

İstanbul Şehir Ekonomisinde Kadının Rolü 1700-1850* FaribaZarinebaf-Shahr Northwestern University

Özet

Bu makale modern öncesi dönemde İstanbul şehir ekonomisinde ve manifaktürde kadının rolünü incelemektedir. Çalışmalar gösteriyor ki, Osmanlı kadını çeşitli ekonomik aktivitelerde bulunmuştur. Bursa’da ve Ankara’da tekstil endüstrisinde, İstanbul’da ise dokuyucu, boyacı ve nakışçı olarak çalıştılar. Amma velakin kadın emeği esnaf loncası tarafından itibar görmedi. Çok az sayıda kadın esnaf loncasına kabul edildi. Bölge dışından gelen tüccarlar ise loncaya kabuledilmeyen kadınları evlerinde gizli üretim yapmaları için istihdam ettiler. Esnaf loncası üretim üzerinden tekelini kaybederken kadınların kazancı arttı.

Buna karşın çoğunlukla Batı düşüncesinde Ortadoğu ekonomisinde kadının sağladığı kazanç reddedilir. Son yapılan araştırmalar gösteriyor ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda kadın kırsal ve şehir ekonomi sektörlerinde aktif bir rol oynamıştır. Bu makale, 18. yüzyılda ve 19. yüzyıl başlarında İstanbul zanaat endüstrisinde kadının rolüne ait genel bir perspektif sunmaktadır.

Manifaktür üzerine son çalışmalar gösteriyor ki, köleler ve özgür kadınlar Batı Anadolu’da ve Bursa’da ipek atölyelerinde ve Anadolu’nun her yerinde pamuk tekstilinde ve kumaş boyama endüstrisinde aktif olarak çalışıyorlardı. Bir alimin söyledikleri ayrıyeten kanıtlıyor ki, Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisine entegre oluşu Osmanlı endüstrisinin bütün sektörlerde gerilemesini gösteren tek ana neden değildir. Yerel tekstil endüstrisiyabancı tekstil endüstrisine adapte olabilmiş, ona karşı ayakta dorabilmiş ve ithal edilen kumaş boyaları ve iplik ile bölgesel ekonomi kurabilmesini sağladı. Hatta pamuk, ipek, Ankara tiftiği gibi yeni kurulmuş tekstil sektörleri için, kadın ve genç kızlar evlerinde aktif bir biçimde çalışmaya devam etmişlerdir. Ayrıca bu kadınlar, 19. yüzyılın ikinci yarısında halı dokumacılığında ve buhar gücü ile çalışan fabrikalarda aktif olarak çalışmışlardır. Bunların dışında az miktarda yapılan araştırma, Osmanlı manifaktüründe kadın çalışmalarına dair ışık tutmaktadır. Daha kapsamlı akademik çalışmalar, bölgesel çalışmalar ve kaynaklarından yararlanarak sistemli bir şekilde yazılmalarına rağmen bu noktalar üzerinde durmamışlardır. Kapsamlı yazılı ve arşiv kaynaklarının yokluğu kadının ekonomik faaliyetlerinde yer alışına dahil bilgi vermemektedir.




*Uluslararası Emek ve İşçi Sınıfı Tarihi, No. 60, Fall 2001, pp. 141-152

1930 -1990 DÖNEMİ TÜRKİYE'DE EMEK TARİHİ

1. TÜRKİYE'DE İŞÇİ HAREKETLERİNİN BAŞLANGICI
Türkiye'de işçi hareketlerinin başlangıcı konusunda, kesin bir tarih vermek mümkün görünmemektedir. Yakın döneme kadar, Beyoğlu Telgrafhanesi işçilerinin 1872'de gerçekleştirdikleri eylemlerin, Türkiye'deki ilk işçi hareketi olduğu sanılıyordu. Oysa, Türkiye işçi hareketlerine yönelik yapılan araştırmalar, 1872'deki eylemin, Türkiye işçi hareketleri içindeki gelişmelerden sadece biri olduğunu ortaya koydu. Bu bilgi doğrultusunda, Türkiye'deki arşivlerde yapılacak yeni araştırmaların, 1872 öncesi ve sonrasında gerçekleşen başka işçi hareketleri ile ilgili bilgileri ortaya çıkaracağı da mümkün görünmektedir.
Nitekim, yapılan araştırmalar, Türkiye'de 1500'lerde bile inşaat işçilerinin ücretlerinin iyileştirilmesi için harekete geçtiklerini gösteren bilgileri ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte, 1826'da bir kale inşaatı işçilerinin ücretlerine zam yapılması, 1862'de de Elbise hane-i Askeri'de çalışan işçilerin hem ücretlerinin ödenmesi hem de zam yapılarak ödenmesini sağlamak için iş bırakma eyleminde bulundukları kanıtlanmıştır.(Çelik,1999:5)
2. 1930 SONRASI SENDİKAL HAREKETLER
Osmanlı’dan alınan güçlü bir sanayileşme ve kitlesel anlamda işçi bulunmuyordu. Sanayileşme alanında asıl atılım 1930 sonrasında başladı. İzleyen yıllarda kurulan Şeker fabrikaları, Sümerbank, Kömür işletmeleri, Karabük Demir çelik, Türk Petrolleri, Kağıt fabrikaları devlet eli ile oluşturulan sanayi girişimleriydi. Bunları diğer işletmeler izledi. İmalat sanayinde yeni fabrikaların kurulmasıyla işçi sayısında büyük artışlar oldu. Ancak çalışanların "sınıf" temelinde birleşmeleri yasaktı. Dolayısıyla sendikaların kuruluşu yasaktı. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyen bir yasa kaçınılmaz hale geldi.
- 1936 yılında ilk İş Kanunu çıkartıldı.
Söz konusu yasa, tek parti ideolojisiyle beraber 1930’lu yıllardan itibaren geçilen devletçi ekonomi politikası anlayışının tüm unsurlarıyla birlikte çalışma yaşamına taşındığı, devletin çalışma yaşamının tüm sorun ve alanlarına tek düzenleyici aktör olarak tanımlandığı bir yasadır. Sendikal örgütlenmelerden hiç bahsetmeyen yasa, grev ve lokavtı ise yasaklamaktadır. Bireysel iş ilişkileri alanında ise, devletin işçiler lehine müdahalelerde bulunması benimsenmiştir.(Akkaya, 2002:153-154). Böylece sınıf temelli ideolojinin de kanuni olarak kendisine bir alan bulmasının önüne geçilmesi sağlanmıştır. 1940 yılına gelindiğinde II. Dünya Savaşı’nın ülkedeki ekonomik ve siyasal koşulları da derinden etkilediği görülmektedir.


- 18 Ocak 1940 tarihinde çıkarılan Milli Koruma Yasası,
yine bu atmosferin bir ürünü olarak hazırlanmış bir yasadır. Bu yasa ile beraber; çalışma süreleri uzatılmış, kadın ve çocukların çalışmasının yasak olduğu sektörlerde çalıştırılması yasal hale getirilmiş, ücretler yarıya yakın düşürülmüş, aydınlar ve işçiler üzerinde siyasi polisiye baskılar arttırılmıştır.Yasa ile ayrıca işyerini terk etme yasağı getirilmiş, bu yasaya aykırı hareket edenlere yaptırımlar getirilmiştir. 1944 yılında çıkarılan yeni bir yasa ile de bu yaptırımlar arttırılırken hafta tatili de kaldırılmıştır. 1945 yılından itibaren işçi hareketinde yeniden bir canlanma yaşandığı görülmektedir. Kömür ve krom madenlerinde çalışan işçiler gündelik ve iş şartlarının düzeltilmesini istemişler, 45.000 tütün işçisi adına Çalışma Bakanlığı’na başvuran işçi temsilcileri meslek birliklerinin kurulabilmesini, düşük olan ücretlerinin yükseltilmesini talep etmişlerdir.Hükümetten gerekli ilgiyi göremeyince de basın yoluyla protesto mektubu yayınlamışlar.
- İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde,
dünyada demokrasi rüzgarları esiyordu. Türkiye'de bu etki ile süratle “çok partili” düzene geçti. 1945/46 yıllarında Çalışma Bakanlığı, İş bulma Kurumu ve İşçi Sigortaları Kurumu kuruldu.
- 10 Haziran 1946 tarihinde,
1938 tarihinde çıkarılan Cemiyetler Yasası’ndaki “sınıf esasına dayalı cemiyet kurmayı” yasaklayan madde değiştirilerek, bu maddedeki “sınıf” kavramı kaldırılmıştır. Böylece işçi sendikalarının kurulmasının önü açılmıştır. Yasa’da yapılan bu değişikliğin ardından hızlı bir sendikalaşma sürecinin yaşandığı gözlenmektedir.
- 1947 yılında ilk Sendikalar kanunu çıkartıldı,
ve ilk kez yasal zeminde sendikalar kuruldu ve faaliyet gösterme çabasına girdiler. “Çabası” diyoruz çünkü toplu iş sözleşmesi ve grev yasası çıkarılmadı. İngiltere'den gelen iki uzmanın katkısıyla hazırlanan 20 şubat 1947 tarihli ve 5018 sayılı İşçi ve İşveren sendikaları ve Sendika birlikleri hakkında kanun onbir madde ile bir geçici maddeden oluşmaktadır.Bu yasanın dayandığı ilkelerden birisi sendikaları gayri siyasi yapmaktır.Bu ilke 5.maddede yer almıştır.Yasa ayrıca kimlerin sendikalara üye olabileceğini de düzenlemiştir.Buna göre işçi vasfını taşımayan kişilerin sendikalara üye olamayacakları belirtilmiştir.Bir diğer karar ise cezai yaptırımlarla ilgilidir.Buna göre 5.maddedeki hükümlere aykırı hareket olunması halinde sendika mahkeme kararıyla üç aydan bir seneye kadar geçici veya devamlı olarak kapatılır. Sendikalar Kanunu ile beraber hızla yaygınlaşan sendikal örgütlenmeler, beraberinde üst birlik oluşturulması tartışmalarına ve girişimlerine olanak sağlamıştır. Siyasi iktidarın sendikaları kontrolü altına alma gayretleri, bir üst birlik etrafında bu amaçlarını daha kolay ve etkili olarak gerçekleştirebilecekleri en önemli neden olarak göze çarpmaktadır.
- Bu dönemde ilk olarak CHP’nin girişimleriyle 1948 yılında İstanbul İşçi Sendikaları Birliği kurulmuştur.
Daha sonra ilki TOLEYİS Federasyonu olmak üzere çeşitli federasyonların kurulmaya başlandığı görülmektedir.Toplu sözleşme ve grev hakkı vaadini yerine getirmeyen siyasi iktidara karşı 1952 yılının başında Teksif’in Genel Kurulu’nda somut bir adım atılarak, bir konfederasyon kurulmasının artık zorunlu bir ihtiyaç olduğu ve bu konuda çalışma yürütecek bir tüzük komisyonunun kurulması kararı alındı.
Hazırlanan ana tüzük 6-7 Nisan 1952 tarihinde Bursa’da düzenlenen bir toplantıyla tartışıldı. Toplantıya yurt genelinden çeşitli birlik ve federasyonların yöneticileri katıldı. Toplantıya gazeteci kimliğiyle katılan Kemal Sülker konfederasyonun adını Türk-İş olarak önerdi ve bu öneri kabul edildi.
-  31 Temmuz 1952 yılında Konfederasyonun ana tüzüğünü Ankara Valiliği’ne vermesiyle Türk-İş resmen kurulmuş oldu,
Konfederasyonun kurulması başlangıç olarak DP yönetimi tarafından da olumlu karşılanmıştır. Uzunca bir dönem tek parti rejimi olarak devam eden CHP iktidarı karşısında en güçlü muhalif güç olan DP, çeşitli sendikaların ve önemli oranda işçi kitlesinin de desteğini almıştır. Türk-İş üzerinde de iktidar olmanın avantajını kullanıp etkide bulunma çabaları olmuştur. Ancak 1955 yılında hem Türk-İş yönetiminde ağırlıklı olarak CHP’li sendikacıların olması hem de DP’nin işçi haklarına karşı cephe alma tutumu DP ve Türk-İş arasındaki ilişkileri germiştir. (Işıklı, 1990: 324-325) DP, 5018 sayılı Kanun’da bulunan sendikalara siyasal faaliyette bulunma yasağını kullanarak hem işçi hareketine hem de Türk-İş’e baskılarını arttırmıştır. Ayrıca federasyon, birlikler ve konfederasyonları zayıflatmaya çalışarak, tek tek sendikalar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmıştır. 1957 sonrası dönemde Konfederasyon yönetimine partiye yakın kişilerin gelmesi ile ilişkiler normalleşmiş, ancak Türk- İş’te pragmatik politikalar etkili olmuş ve siyasal faaliyetin dışında kalma eğilimi artmıştır. (Makal, 1999 :281) 1952-1960 arası Türk-İş, CHP ve DP arasında sıkışıp kalmıştır diyebiliriz.
Özellikle DP iktidarının mali baskısı Türk-İş’i oldukça zor durumda bırakmıştır. Türk-İş 1960 yılına gelindiğinde, 432 işçi sendikasının 215’ini, 27 birlik ve federasyondan 22’sini bünyesinde barındırıyordu. Sendika üyesi 282.967 işçinin ise 173.770’i Türk-İş bünyesindeydi. Başka bir ifade ile Türk-İş sendikalı işçilerin %62’sini temsil ediyordu. (Makal, 1999:281) Bu dönemde gerçekleşen işçi eylemlerinin pek de fazla olmadığı görülmektedir. İşçi hareketinin görece azlığında en önemli sebep 3008 sayılı İş Kanunu’nun grev ve lokavtı yasaklaması, bu yönde girişimde bulunanlara ise para ve hapis cezaları verilmesini düzenlemesiydi. Bununla beraber bu dönemde de çeşitli işçi eylemleri gerçekleşmiştir.
- İstanbul Tophane Rıhtımı’ndaki yükleme boşaltma işlerini yapan 350 işçiden 333’ü
18 Temmuz 1946 sabahından ertesi gün sabahına kadar işlerine gelmemiş,
denizyolları işletmesinin ücret artışı talebinin yazılı olarak yapılması karşılığında işçi haklarının korunacağını vaat etmesi üzerine işçiler işbaşı yapmışlardır.
- 10 Kasım 1952’de ,
İstanbul’da Çiçekpazarı’ndaki Vakıf İşhanı inşaatında çalışan işçiler ücret anlaşmazlığı nedeniyle işlerini terk etmiş, 26 işçi grev yaptıkları gerekçesiyle mahkemece yargılanmıştır.
- 17 Mayıs 1955’de,
Kenan Aslanbey’e ait İpekli Dokuma Fabrikası işçileri ücretlerinin düşürülmesi üzerine greve gitmişlerdir.


- 2 Mart 1956'da

Söke Çimento Fabrikası’nda, çalışan ve üç aydır ücret alamadıklarını belirten 300 kadar işçi toplu olarak iş bırakmıştır.
Sıkıntılı günler geçiren Türkiye öğrencilerin protestolarının doruğa ulaştığı bir dönemde ordu bünyesindeki bir grup subay 27 Mayıs 1960 tarihinde iktidara el koydu.Şubat 1961’de siyasi partilere yeniden faaliyet izni verilirken, hazırlanan yeni Anayasa 9 Temmuz’da halk oylamasına sunularak kabul edildi.
- 1961 Anayasası’nda ilk kez "grev hakkına" yer verildi.
1961 Anayasası’nın tanıdığı toplu sözleşme ve grev hakkına rağmen 1963 yılına kadar gerekli yasal düzenlemelerin yapılmamış olması nedeni ile bu konu, bu dönemdeki işçi ve sendikal hareketin taleplerinin başında gelmiştir.
- 31 Aralık 1961 tarihinde Saraçhane Mitingi düzenlendi.
Bu miting konusu bakımından oldukça önemlidir. Türkiye İşçi Partisi kurucularından Avni Erakalın'a göre Bugün herkesin unutmuş olduğu 31 Aralık 1961 Saraçhane Mitingi kendi önerisi üzerine kabul edilmiştir. Avni Erakalın o günleri şöyle anlatmaktadır. '' Başlangıçta İstanbul Sendikalar Birliği mahalli bir birlikti ancak 48 sendikayı kapsıyordu. İrili ufaklı bu 48 sendika aynı zamanda Birlik kanalıyla Türk-İş’e bağlı olarak çalışıyordu. İstanbul Sendikalar Birliği o zaman tek olan konfederasyona bir denge sağlamak amacı güdüyordu. Sonuçta Saraçhane Mitinginde Türkiye işçi sınıfı tarihinde hatta siyasi tarihinde Sultanahmet Mitinginden sonra ilk defa 200 bin kişiyi bir araya toplayan bir miting oldu. Mitingin amacı o dönemde Milli Birlik Komitesinin Türkiye’ye ve işçi sınıfına verdiği sözleri hatırlatmaktı. Bunlar arasında yeni bir anayasa, yeni bir sendikalar yasası ve mümkün mertebe geniş hürriyetlerin sağlanması vardı. Ancak aradan bir yıl geçmiş olmasına rağmen henüz bir Kurucu Meclis’in bile kurulmadığını ve bu noktada çok fazla çaba da harcanmadığını gördük. İstanbul’da hala sıkıyönetim vardı. Zırhlı tugay Topkapı'daydı, tugay komutanı ise başındaydı. Talebimiz, “Sözlerinizde durun, verdiğiniz sözleri yerine getirin, aradan geçen bunca zamana karşın bir şey yapmadınız. Bu devrim yaptığını iddia eden askerlere yakışmayan bir davranıştır. Bir an evvel bunlar yasalaşsın” idi. Amacımız bu taleplerimizi ortaya koymaktı ve bunu da açıkça ilan ettik. Bazı köprüler kapatılmasına rağmen miting gayet başarılı oldu. 200 bin kişi katıldı mitinge. Miting benim kısa konuşmamla başladı. Katılımcıları önlere gelerek, safları birleştirmeye davet ettim. Amacım arkadan gelenlerin de alana girebilmesini sağlamaktı. Daha sonra Kemal Türkler ve İbrahim Denizcier ve 4-5 arkadaş daha konuştu. Konuşmaların doğrultusu genel olarak aynıydı. Geçmişte CHP ve DP’nin grev hakkını tanıyacaklarını ancak halkı aldattıklarını, buna karşılık askerlerin sözlerinde durmaları gerektiği söylendi. Sonunda İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığının başında bulunan Refik Tugan geldi ve söz istedi. Bizde kendilerine söz verdik. Ayağa kalkarak konuşmaya başladı. “Beni buraya gelmeden önce aldatmışlar. Bana işçilerin tam da yeni yıl öncesi ortalığı yakıp yıkacağını söylemişlerdi. Ama buradaki işçilerin davranışlarını gördüm. Hepinizden özür diliyorum. Sizleri kutlarım” diyerek sözlerine son verdi. Mitingin iki amacı vardı. Birincisi; askerlerin verdikleri sözleri tutmalarını sağlamak, ikinci olarak da sınıfın bir araya geldiği zaman neler yapabileceğini göstermekti.'' Kaynak : Avni Erakalın ile söyleşi, Türksolu web sitesi )
Saraçhane mitingi dışında işten çıkarmalar ve düşük ücretler nedeniyle büyük bir bölümü pasif denebilecek eylemler gerçekleşmiştir. Grev niteliğini taşıyan eylemler birkaç saatlik ya da yarım günlük kısa eylemlerdir.

- 1963 Ocak ayında Kavel Kablo Fabrikası'nda 62 gün süren işçi eylemi gerçekleşmiştir.
İstanbul İstinye'deki Kavel kablo fabrikasında çalışan ve Türk-İş'e bağlı Maden-İş sendikasında örgütlü 170 işçinin direnişi Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturdu. 31 Aralık 1962'de Kavel işçileri 1957'den beri fazla mesai ve kıdem esası üzerinden aldıkları yıllık ikramiyelerin eksik ödeneceğini öğrendiler. Haklarının kırpılmasına razı olmayan işçiler seçtikleri üç temsilciyi patronla görüşmek üzere gönderdiler. Bunun üzerine üç temsilci, aynı zamanda Maden-İş'in şişli şube başkanı olan işyeri baş temsilcisiyle birlikte işten çıkarıldılar. Patron bir yandan da işçilerin sendikadan ayrılmaları için baskı uygulamaya başlamıştı. Bunun üzerine işçiler, patronun artan baskılarını ve temsilcilerinin işten atılmasını protesto etmek için 28 Ocak 1963'te tezgâh başında 5 günlük oturma eylemi yapma kararı alarak grevi başlattılar. İşçiler mücadeleyi yükselttikçe patron da baskılarını yoğunlaştırıyordu, fakat baskılar yoğunlaştıkça işçiler mücadeleye daha da sıkı sarılıyorlardı. Kavel işvereni, grevin başladığı gün 'işyerindeki asayişi bozdukları' gerekçesiyle 10 işçiyi daha işten çıkarıp lokavt ilan edince, 4 şubatta işçiler oturma eylemlerini fabrika önünde kurdukları çadırlarda direnişe dönüştürdüler. Grevi kırmak amacıyla 5 şubatta gazetelerde bir ilan yayınlandı. Fabrikaya işçi alınacağını belirten bu ilanı gören işçiler, işyeri önünde gece-gündüz nöbet tutmaya başladılar. 13 şubatta greve rağmen fabrikada çalışmaya devam eden 40 büro işçisini işyerine sokmak istemeyen işçilerin üzerine polis saldırdı. Yaşanan çatışmanın ardından gözaltına alınan işçilerden dördü hakkında polise karşı geldikleri gerekçesiyle tutuklama kararı çıkarıldı. Sarıyer savcılığı fabrika önünde yaşanan olaylarla ilgili yürüttüğü soruşturma sonunda patronun tutumunun lokavt sayılamayacağını ilan etti! Grevin yasak olduğu bu yıllarda lokavt da yasaktı.Kavel fabrikası İstinye'deydi ve İstinyeli emekçiler grevin başından itibaren Kavel işçilerini yalnız bırakmadılar. Diğer fabrikalarda çalışan birçok işçi de grevi destekledi. Vehbi Koç'a ait General Electric fabrikasında çalışan işçiler dayanışma kampanyası başlatarak grevci Kavel işçileri için para topladılar. Demirdöküm'de çalışan 800 işçi, Kavel işçilerine destek olmak için yardım kampanyası başlattılar ve sakal bırakma eylemi yaptılar. Tersane işçileri ve karayolları işçileri de grev sırasında Kavel işçilerinin direnişine destek verdiler.(Güney Berdan,1999 Kavel Grevi)
2 Martta eyleme işçilerin eşleri de katıldı. Direniş sürerken kablo yüklü kamyonların fabrika dışına çıkarılmak istenmesi üzerine kadınlar barikat kurarak bunu engellemeye çalıştılar. Ancak polis kadınlara saldırdı ve birçoğunu yaralayarak onları dağıttı. 3 Mart 1963'te araya hükümetin de girmesiyle Türk-İş ile Türkiye İşveren Konfederasyonu arasında bir anlaşma imzalandı ve işçiler 4 Martta işbaşı yaptılar. Bu anlaşmaya göre işçilerin ikramiyeleri eskisi gibi ödenmeye devam edilecek, işten atılan 10 işçi geri alınacak, ama grev başlamadan önce işten atılmış olan 4 işçi işe alınmayacak ancak kıdem tazminatları ödenecekti. Sonuçta Kavel İşçilerinin Ücret anlaşmazlığı ve sendika temsilcilerinin işten atılması nedeniyle başlattıkları oturma eylemi baskılara rağmen 62 gün sürmüştü. 1963 Kavel grevinde, grev hakkının Anayasada bulunmasının yeterli olmadığı, grev hakkının uygulama esas ve koşullarını gösterecek bir "Grev Yasası" ihtiyacı çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmıştı.

- 1963’ün 24 Temmuzu’nda 274 Sayılı yeni bir Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu Sözleşme Grev Yasası çıkartıldı.
1964 yılında toplu pazarlık görüşmelerinde anlaşmazlığa düşülmesi nedeniyle 75’i özel kesimde, 6’sı kamu kesiminde olmak üzere 81 grev yaşanmış, bu grevlere 6500 civarında işçi katılmıştır. 1964 yılında aynı zamanda Türk-İş 5. Genel Kurulu’nu toplamıştır.(Akyalçın, 2002:44)
Genel Kurul’un önemi, sonraki yıllarda da çokça tartışılacak olan, “partiler üstü politika” ilkesinin tüzüğe girmesidir. Bu ilkenin tüzüğe girmesindeki nedenlerden birisi TİP’in giderek gelişmeye başlaması ve TİP’li sendikacıların Türk-İş’te yarattığı tedirginliktir. Ancak bu “ilkenin” esas nedeni Amerikan sendikacılık anlayışının Türk-İş üzerindeki büyük etkisidir. 1966 yılına gelindiğinde işçi hareketi yeniden bir canlanma süreci içerisine girer. Bu dönemde gerçekleşen 39 greve toplam 10.401 işçi katılır.
- 31 Ocak 1966'da Paşabahçe işçileri büyük bir grev başlatmıştır.
1964 yılında Cam-İş tarafından üç yıllığına imzalanan toplu sözleşme, Paşabahçe işçileri arasında büyük bir öfke yaratmıştır. Bu tepkinin sonucu olarak işçilerin çoğunluğu Cam-İş’ten ayrılıp Kristal-İş’e üye oldular. Kristal-İş sendikası 1966 yılında, Cam-İş tarafından imzalan sözleşmenin patronların taleplerinin kopyası olduğunu söyleyerek Paşabahçe patronlarını yeni bir sözleşme imzalamaya çağırdı. Bu çağrının reddedilmesi üzerine 31 Ocak 1966 günü 2200 işçi hiç tereddütsüz greve çıktı. 5 Şubat günü Paşabahçe İskele Meydanında bir miting düzenlediler. Türk-İş,21 Mart 1966’da imzaladığı bir protokolle grevi sona erdirir. Protokolde, işten atılan işçilerin işe alınması işverenin takdirine bırakılmıştır.Bu gelişmelerden sonra Paşabahçe grevine dayanışma gösterilmesi konusunda Türk-İş'e bağlı sendikalar arasında görüş ayrılığı çıktı. Dayanışma göstermek isteyen sendikalar; Sendikalar Arası Dayanışma (SADA) biçiminde birleşerek, greve sahip çıktılar. Türk-İş bu sendikaların üyeliklerini askıya aldı. 13 Şubat 1967 tarihinde, bu sendikalardan T. Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Gıda-İş ve Zonguldak Maden İşçileri Sendikaları DİSK'i kurdular. (Yeşil, 1966 Paşabahçe grevi)
- 1970'te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarı,
Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin işbirliğiyle önce Millet Meclisi ardından Senato'dan geçirildi.Yapılan değişiklik, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlamakta, sendika değiştirmeyi güçleştirmekteydi. Kanunlaşan tasarı esas olarak Türk-İş'ten DİSK'e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı.DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdiler.Türkiye İşçi Partisi ise söz konusu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğini açıkladı ve iptal davası açtı.DİSK'li sendikacıların ve yöneticilerin tepkileri, 15 Haziran 1970 sabahı, İstanbul'un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçmeleriyle yeni bir evreye girdi. Kentin Anadolu yakasında başlayan yürüyüş Kartal İlçesi'nden yürüyüşe katılan işçilerle E-5 karayolu boyunca ilerlerken, kendilerine başka fabrikalardan da katılanlar oldu.Göztepe dolaylarında, Otosan Fabrikası işçileri ile DMO işçileri de onlara katıldı ve yürüyüş saat 17:00'ye kadar sürdü.Bir başka yürüyüş kolu da Beykoz ve Paşabahçe'den Üsküdar'a doğru oluştu.16 Haziran'da ise Gebze'den başlayan işçi yürüyüşü, Kartal'dan katılan işçilerle birleşerek Bağdat Caddesi üzerinden Kadıköy İskele Meydanı'na kadar ulaştı. Avrupa Yakası'nda ise 15 Haziran 1970'te, Bakırköy - Topkapı - Sağmalcılar güzergahında yürüyüş yapıldı.16 Haziran'da da, kentin Topkapı dışındaki kesimlerinden gelen kollar birleşip, Aksaray üzerinden önce Sultanahmet'e, oradan Cağaloğlu ve vilayetten (valilik) geçip Eminönü'ne geldiler.Valilik Haliç üzerine yer alan o zamanki iki köprüyü de açtırarak, eylemcilerin Beyoğlu tarafına geçmesini engelledi.Levent ve Beyoğlu'nda da küçük yürüyüş kolları oluşmuştu. DİSK Basın Temsilcisi yaptığı açıklamada 15 Haziran günü 115 işyerinde 75 bin işçinin yürüyüş ve gösteriye katılıp işbaşı yapmadığını ilan etti (Orçun, 1993:17). Gösterilen tepki esas olarak DİSK üyesi işçilerden geldiği halde, yürüyüşlere çok sayıda Türk-İş işçisi de toplu halde katıldı.Olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti.
DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandılar ve yargılandılar.Kadıköy'de meydana gelen olaylarda 2 işçi, 1 polis ve 1 esnaf yaşamını yitirdi.16 Haziran'da Ankara, Adana, Bursa ve İzmir'de de küçük çaplı olaylar yaşandı.Olayların ardından CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, Genel Başkan İsmet İnönü ile birlikte partisi adına, TİP'den ayrı olarak Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.Anayasa Mahkemesi, yasa değişikliği konusunda açılmış olan davaları daha sonra karar bağlayarak, söz konusu yasa değişikliklerini iptal etti.
1969 seçimleri ile iktidara gelen Adalet Partisi'nin Demokrat Parti'nin devamı olarak görülmesi nedeni ile 12 Mart 1971’de gerçekleşen askeri muhtıra, işçi hareketleri ve sendikal örgütler için yeni bir baskı dönemini başlattı. Sendikal haklar kısıtlandı.
- 1972'de Sıkıyönetim bütün grev direniş ve toplantıları yasakladı ve izne tabi kıldı.
- Türkiye işçi sınıfı, tam 51 yıllık bir aradan sonra 1 Mayıs 1976’da 1 Mayıs’ı yeniden kutladı.
- Hak-İş, 22 Ekim 1976 tarihinde Ankara'da kuruldu.
1977 ve 1978 yıllarında 1 Mayıs kutlamaları DİSK öncülüğünde gerçekleştirilmiştir. İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanan 1 Mayıs'lar 3 yılın ardından 1979'da yeniden yasaklandı. 1980 yılına gelindiğinde DİSK 600.000 üyesi ile göreli olarak siyasalaşmış bir sendikal konfederasyondur. Önemli bir deneyim ve birikime sahiptir. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, başta DİSK olmak üzere sendikacılık hareketine ağır bir darbe vurmuştur.(Akyalçın, 2002:54) 12 Eylül yönetiminin sendikalara yönelik baskıları sıkı yönetim mahkemelerince verilen cezalarla sınırlı kalmamış, başta yürürlüğe koyduğu 1982 Anayasası olmak üzere, çeşitli yol ve vasıtalarla uygulanmasına ortam hazırladığı ekonomik politikalarla bütünleşmiştir. 12 Eylül’ün sendikal alana yönelik operasyonları biraz daha farklı bir şekilde meydana gelmiştir. Darbenin ilk günü askeri yönetimin merkezi organı Milli Güvenlik Kurulu 7 numaralı bildirisi ile DİSK ve MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ile bağlı sendikaların faaliyetlerini durdurmuştur. 12 Eylül ile birlikte TÜRK-İŞ’in ve bağlı sendikaların çalışmaları çok sıkı biçimde kontrol altına alınmıştır. TÜRK-İŞ’e bağlı bazı sendikaların faaliyetleri sıkı yönetim komutanlıkları tarafından belirli sürelerle engellenmiştir. Sıkı yönetim komutanlıkları tarafından faaliyetlerine son verilen TÜRK-İŞ bünyesindeki sendikalar Yol-İş Federasyonu ve Petrol-İş Sendikası olmuştur. MİSK’in HAK-İŞ’in ve bağlı sendikaların faaliyetleri de 12 Eylül sonrasında durdurulmuştur.(HAK-İŞ Resmi web sitesi)
- 1982 Anayasası sendikal hareketlere önemli engeller getirmiştir.
82 Anayasasının 51. maddesinde sendikaların faaliyetleri, “üyelerinin ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek” şeklinde belirtilerek sendikaların faaliyetleri sadece çalışma yaşamıyla sınırlı tutulmuştur. 1982 Anayasasının 52. maddesi ve 2821 sayılı Sendikalar Yasasının 37. maddelerinde sendikalara kesin ve genel bir siyaset yasağı getirilerek, “sendikaların demokratik baskı grubu olma nitelikleri ve çağımızda çalışma ilişkilerinin dışına taşmış bulunan siyasal grevleri inkar” edilmiştir. Yasada siyaset yasağının genel karakterini hafifletir gibi görünen tek hüküm, sendika ve konfederasyonların üyelerinin münhasıran ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerinin korunması ve geliştirilmesi amacıyla yapacakları mesleki faaliyetlerin siyasi faaliyet sayılmayacağı şeklindedir. Bu hükümdeki “mesleki faaliyetler” ifadesi daha sonra “faaliyetler ve açıklamalar” şeklinde değiştirilmiştir.
Buna göre;  Sendikalar siyasi amaç güdemezler, siyasi faaliyette bulunamazlar, siyasi partilerle ilişki kuramazlar ve işbirliği yapamazlar, siyasi partilerle hiçbir konuda ve hiçbir şekilde ortak hareket edemezler, siyasi partilerden destek göremez ve onlara destek olamazlar, yardım ve bağış alamazlar, yardım ve bağışta bulunamazlar. Sendikalar ve konfederasyonlar derneklerle, kamu kurumu niteliğindeki mesleki kuruluşlar ve vakıflarla siyasi amaçlarla ortak hareket edemezler. Sendika ve konfederasyon yöneticileri bu görevleri ile aynı anda bir siyasi partinin yönetim organlarından her hangi birinde görev alamazlar. Sendika yöneticileri yerel ve genel seçimlerde aday oldukları takdirde sendika ve konfederasyon organlarındaki görevleri adaylık süresince askıda kalır. Seçilmeleri halinde görevleri son bulur.
Sonuç olarak, Türkiye’de sendikalar, ne örgütsel ne de ideolojik anlamda birleşmiş bir kurumlaşma yaratabilmişlerdir. Az sayıda üyeyi paylaşma kavgası da aralarında hiç eksik olmamıştır. Bu bölünmelerin gerek toplu pazarlık gücü, gerek siyasal etkinlik açısından Türkiye’deki sendikacılığı ise zayıflattığı belirtilmektedir.Ara dönemin ağır ve olumsuz şartlarına rağmen, çoğulcu demokrasi yönünden önemli bir adım sayılabilecek 1983 seçimlerinden itibaren, özellikle 1987 seçimlerinden sonra işçi hareketinin önemi ve ağırlığı siyasi partiler tarafından daha çok hissedilmeye ve anlaşılmaya başlamıştır. Bu çerçevede gelişen çalışma hayatı ile ilgili konulara kamuoyu odaklarının artan ilgisi açık bir şekilde görülmeye başlamıştır.1983 sonrası dönemin sendikal önderler, sendikalı işçiler ve genel olarak işçi sınıfı açısından kritik bir tecrübe dönemi oluşturduğu söylenebilir. Bu dönemde ücretli emeğin yoksullaşması 1980'lerin sonuna kadar sürmüştür. Örgütlü emek cephesinde, zaten son derece kısıtlı olan yeni toplu pazarlık düzeninin yarattığı sorunlara, işverenlerin ve siyasal iktidarın sendikasızlaştırma politikaları eşlik etmiştir. Yeni dönem bir yandan sendikacıların işlevsel meşruiyetini tehlikeye sokarken, diğer yandan da işçi-sendika ilişkilerinin geleneksel kavranışında kırılmalar yaratmıştır. Dönemin hakim liberalizm söylemi işçi sınıfı ve sendikaları siyasal arenadaki mevcut sınırlı yerlerinden dahi dışlamak yönünde güçlü bir atmosfer oluşturmuştur.Kasım 1983 ‘de partilerin kapatıldığı, parti yöneticileri ve adayların veto edildiği son derece demokratik olmayan koşullarda yapılan genel seçimlerde Anavatan Partisi (ANAP) tek başına iktidara gelmiştir. ANAP 12 Eylül döneminde oluşturulan anti-sendikal politikaları ekonomik, siyasal ve ideolojik düzlemlerde sürdürmeyi ve zenginleştirmeyi amaçlamıştır. Sözleşmeli personel uygulaması, sendika üyesi olamayacak stajyer işçi çalıştırılmasına olanak verilmesi, ihtiyaç fazlası asker yükümlülerin işyerinde çalıştırılması,sendikal hakların son derece kısıtlı ve grevlerin yasak olduğu serbest bölgelerin kurulması, özel güvenlik görevlilerine sendika yasağı getirilmesi, sendikal hakların söz konusu olmadığı eve iş verme sisteminin yaygınlaştırılması gibi uygulamalar ANAP’ın bu dönemde sendikal örgütlenme karşısındaki politikasının açık örnekleri olarak sayılabilmektedir.
- Bu dönemde hükümetle görüşmeleri olumsuz sonuçlanan TÜRK-İŞ'in önderliğinde 12 Eylül sonrası ilk işçi yürüyüşü 8 Şubat 1986 günü Denizli'de yapılmıştır.
1987 yılının en önemli gelişmelerinden biri, TÜRK-İŞ içinde merkez yönetimden bağımsız olarak şube platformlarının ortaya çıkması olmuştur.
Bu platformlar konfederasyon yönetimi ve Başkanlar Kurulu üzerinde etkide bulunarak sendika içi demokrasinin gelişmesinde rol oynamışlardır. 1987 yılının TÜRK-İŞ tarafından “Eylem Yılı” olarak ilan edilmesinde, 1988 yılı içinde kademeli eylem kararlarının alınmasında ve 1989’da ki Bahar Eylemleri’nde itici güç şube platformundan gelmiştir.
TÜRK-İŞ tarafından 29 Ağustos’ta Seydişehir’de miting, 26 Temmuz ve 24 Kasım’da İstanbul’da, 17 ve 27 Kasım’da Ankara’da ve 12 Aralık’ta Adana’da kapalı salon toplantıları düzenlenmiştir. Bu eylemlerin ana temalarından birisi de, 6 Eylül 1987 günü siyasi yasakların kaldırılmasıyla ilgili Anayasa değişikliği için yapılacak halk oylaması olmuştur. Bu halk oylamasına yönelik olarak TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu siyasi yasakların kalkması için “Evet” oyu kullanılması yönünde bir kampanyanın başlatılması kararı almıştır. 33 ilde düzenlenen “Yasaksız Demokrasi” konferanslarıyla TÜRK-İŞ tarihinde ilk kez siyasi iktidara karşı bir kampanyaya başlamıştır.
- 1989 ilkbahar İşçi Eylemleri gerçekleştirilmiştir.
1989 yılı, Türkiye Sendikal Hareketi tarihinde adından söz edilecek düzeyde yaygın işçi direnişlerinin olduğu bir yıl olarak yaşanmıştır. Yalnızca bir bölge değil, Türkiye geneline yayılarak gerçekleştirilmiş olan direnişler; nitelik, etkinlik, süre, eylem çeşitliliği ve 1 milyon 300 binin üzerinde işçinin katılımı açılarından 12 Eylül’den bu yana en yoğun olarak yaşanan eylemler olmuşlardır.Bu nedenle 1989 ilkbahar İşçi Eylemleri Türk İşçi Hareketi açısından çok önemli bir gelişmedir.
1988 yılında da çok geniş kitlelerin katılımlarının sağlandığı çeşitli direniş eylemleriyle karşılaşılmıştır, ancak 1989 İlkbahar İşçi Eylemleri işçi sınıfı tarihinde diğer eylemlerin önüne geçmiştir. 1988 ve 1989 yıllarında gerçekleşen eylemler arasında çeşitli farklılıklar bulunmaktadır. Şöyle ki, 1988 yılı direnişlerinde politik yönler daha çok ağır basarken, 1989 yılı direnişlerinde ise, toplu iş sözleşmesi uyuşmazlıkları daha ağırlık kazanmış, ancak işçiler sokağa döküldükten sonra, diğer güncel sorunlara karşı talepler de gündeme getirilmiştir. Örneğin, toplu iş sözleşmesi uyuşmazlıklarının çözümü, ek zam talebi, işçi alacaklarının ödenmesi, ücretlerin yeterli düzeye çekilmesi gibi ekonomik talepleri içermesinin yanı sıra işten atılmaların önlenmesi de yoğun olarak dile getirilmiştir. Kısacası bu direnişleri o zaman için iktidarda bulunan Özal Hükümetine yönelik, işçilerden gelen bir karşılık olarak düşünmek mümkündür.İlkbahar işçi eylemlerinin değerlendirilmesi gereken çok önemli bir yanı da siyasi bir istismara fırsat vermeyecek kararlılıkta gerçekleştirilmiş olmasıdır. Nitekim 1989 yılının başından itibaren eylemlerini sıklaştıran işçiler provokasyonlara ve istismarlara karşı son derece dikkatli bir biçimde eylemlerine devam etmişlerdir. Bu gelişmenin Türk işçi hareketi açısından kayda değer yanı, kendisini istismar etmek isteyenlere karşı duyarlılığın yükseldiği ve mücadelesinin hak mücadelesi anlayışı  içerisinde kararlı olmasıdır. 1989 Bahar eylemleri türleri itibariyle de dikkat çekicidir. Bunlar topluca viziteye çıkma, sessiz yürüyüş, alkışlama, telgraf çekme, sakal bırakma, konuşmama, yalınayak yürüme gibi eylemlerdir.Siyasal açıdan bir değerlendirme yapıldığında; bu eylemler tam anlamıyla sınıf çıkarları yönünde siyasal bir nitelik kazanmasa da, yeni bir toplumsal muhalefetin başlangıç noktası olma özelliği ile önemlidir. Üretim ve dayanışmadan gelen gücün nasıl etkili olabildiği görülmüş, meşru kitle mücadelesi anlayışı yaygınlaşmıştır. Siyasal iktidarın yanı sıra sendikalar da mevcut politikalarını gözden geçirmeye zorlanmış, özellikle TÜRK-İŞ içinde yeni arayışlar bu eylemlerle iyice belirginlik kazanmıştır.1989 yılı yalnızca sendikalı işçilerin değil, sendikasız işçilerin ve diğer emekçilerin de yoksulluğa ve baskılara karşı sesini yükselttiği bir yıl olmuştur. Sağlık personelinin ve öğretmenlerin sendikalaşma mücadeleleri buna örnek olarak gösterilebilir.İlkbahar işçi eylemlerinin hemen arkasından başlayan ve 137 gün süren Demir Çelik Grevi ise , neticeleri itibari ile 12 Eylül sonrasında çok önemli bir dönüm noktası olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca 1980 sonrası ilk önemli grev olması bakımından, 1987 Seydişehir Alüminyum Fabrikası Grevini burada özellikle belirtmek gerekmektedir.
3.Anayasalar ve Sendikal Haklar
- 1924 Anayasasına bakıldığında Kurtuluş Savaşı sonrası Türk Toplumunun siyasal, hukuksal ve toplumsal devrimlerinin dönüşümlere uygun bir şekilde yerleştirilmesi ve Devrimin amacı olan çağdaş uygarlık düzeyinin yakalanması gibi gereksinimleri karşılamaya yönelik bir içerik taşıdığı görülür. Ancak yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin öncelikleri ve önceliklerin pratiğe geçirilme endişesi, sendikal hakların anayasal düzenlemesini göz ardı etmiş ve ertelemiştir.
- 1961 Anayasasına gelince, sendikal haklar bakımından anayasalar içinde çağdaş toplumların en belirgin özelliği olan örgütlenme özgürlüğüne hak ettiği yeri veren tek Anayasadır. Ancak gurur verici bu nitelik 1971 anayasa değişikliklerine kadar sürmüş ve bir takım kısıtlamalara gidilmiştir.
- 1982 Anayasasına bakıldığında ekonomik ve sosyal haklardan oldukça önemli bir bölümünün çalışma yaşamı ile ilgili alanlara yer verdiği görülmektedir. Bu haklar iki grupta toplanabilir: Birinci grup, bireysel iş ilişkilerini düzenleyen kuralları içine almaktadır. Buna göre çalışma hakkı ve ödevi (m. 49), çalışma koşulları ve dinlenme hakkı (m. 50), ücrette adaleti sağlama (m. 55) gibi düzenlemelere yer vermiştir. İkinci grupta yer alan kurallar, toplu çalışma ilişkilerini düzenleyen kurallardır. Bunlar, sendika kurma hakkı (m. 51), toplu pazarlık hakkı (m. 53), grev hakkı (m. 54) gibi maddelerdir.
Anayasalar dışında ayrıca, 1946'dan günümüze Türkiye'de üç sendikalar yasası (SY) uygulanmıştır. Bunların ilki 1947 yılında kabul edilen 5018 Sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkındaki Kanun, ikincisi, 1963 yılında kabul edilen 274 Sayılı Sendikalar Yasası ve üçüncüsü, 1983 yılında kabul edilen 2821 Sayılı Sendikalar Yasasıdır.
4.SENDİKAL HAKLARA GETİRİLEN YASAKLAMALAR VE YASAL DÜZENLEMELER
- 1930 sonrası işçi haklarına yönelik yasaklardan biri 1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı iş yasası ile getirildi.1937 yılında yürürlüğe giren bu yasa ile bazı işçilere çeşitli haklar tanındı. Ancak grev yapmak açık bir şekilde yasaklandı.Yine bu yasadan önce 1933 yılında Türk Ceza Kanunu'nda yapılan bir değişiklik ile zor ve şiddet kullanarak veya tehdit ile işçileri greve zorlayanların, altı aydan beş yıla kadar hapsedilmesi hükmü yer almıştır.
- 1938 yılında kabul edilen Cemiyetler Yasası ile de "sınıf esasına dayalı" örgüt kurmak yasaklanmıştır Diğer bir deyişle 1946 yılına kadar sendikalaşma önce fiilen, daha sonra ise hukuken yok edilmiştir.
- İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1946 yılında 4919 sayılı yasa ile sendikal yasak kaldırılmış ve 1947'de 5018 sayılı yasa ile sendikalar yasası kapsamına girenlere sendika hakkı tanınmıştır. Diğer taraftan yine bu dönemde basında çalışanlara (5953 sayılı yasa, m. 22) ve Deniz İş Yasası kapsamında bulunanlara (6379 sayılı yasa, m. 40) sendika hakkı verilmiştir. Fakat grev hakkı, 3008 Sayılı İş Yasası ile yasaklanmıştır.
- 1946-1960 dönemi sendika konusu ile ilgilenen yazarlar arasında "Grev Haksız Sendikacılık Dönemi" olarak bilinir. Bu dönemde 1938 yılında kabul edilen Cemiyetler Kanununda getirilen "sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı" 1946 haziran ayında kaldırıldı.
- 20 Şubat 1947 Tarihinde yürürlüğe giren 5018 Sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Yasa ile sendikacılık hareketlerinin denetim ve güdüm altına alınması amaçlanmıştır. 1950 yılında Hastalık ve Analık Sigortası Yasası ve İş Mahkemeleri Yasası kabul edilmiştir.
- 1961 Anayasasında işçilere sendikal hakları verilmiş ve 1963 yılında çıkarılan 274 sayılı sendikalar ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasalarıyla bu haklar yeniden düzenlenmiştir. 1961 Anayasası'nın getirdiği en önemli haklardan biri sendika hakkı kurmak ve üye olma hakkıyla toplu sözleşme ve grev hakkının anayasal teminat altına alınmış olmasıdır.
- 1963 yılında kabul edilen 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile "Grev Hakkı Toplu Pazarlık Dönemi" başlamıştır.
- 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi ve Grev ve Lokavt Yasası ile 1961 Anayasası'nın çok geniş bir biçimde tanıdığı grev hakkı aşağıdaki konularda kısıtlanmıştır.
·         Sendika üyesi olmayan işçilerin grev yapması yasaklandı.
·         Yürürlükte bir toplu iş sözleşmesi varken, beklenmedik olumsuz ekonomik gelişmeler karşısında işçilerin yeni menfaat sağlamak için yeni toplu iş sözleşmesi yapmaları ve bu amaçla greve gidebilmeleri yasaklandı.
·         Sendika kararı olmadan grev yapmak yasaklandı.
·         İşverenlere lokavt yetkisi tanındı
·         Genel grev, dayanışma grevi, iş yavaşlatma, siyasal amaçlı grev yasaklandı.
·         Grev hakkının sendikalarca kullanımı karmaşık ve uzun zaman alan bir prosedürün tamamlanması önkoşuluna bağlandı.
·         Savaşta ve genel veya kısmı seferberlikte grev yasaklandı.
·         Sağlıkla ilgili işyerlerinde (ilaç üretimi dışında), su- elektrik ve havagazı üretim ve dağıtım işlerinde ve eğitim kurumlarında grev yasaklandı.
·         Milli Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı işyerlerinde grev hakkı sınırlandı.
·         Sıkı yönetim dönemlerinde grev hakkının kullanımı, sıkıyönetim komutanlıklarının iznine bağladı.
·         Doğal afetlerde Bakanlar Kurulu'na grev yasaklama yetkisi tanındı.
·         Bakanlar Kurulu'na, "Milli Güvenlik" veya "Genel Sağlığa Aykırılık" iddiasıyla, grevleri önce 30 gün, daha sonra da 60 gün süreyle erteleme yetkisi tanındı.
·         Mahkemelere grevi durdurma yetkisi verildi.
·         1961 Anayasasının işçilere tanımış olduğu grev hakkını düzenleyen 1963 tarihli Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununun 55. Maddesi ile "Devlet, il Özel İdaresi ve Belediye kararlarına etki amacıyla grev ve lokavt yapılamayacağı" yolunda bir hüküm öngörülmüştür. Ayrıca aynı kanunda genel grev hakkına da yer verilmiş değildir. Bütün bunlara karşın; sınırlı bir biçimde de olsa grev hakkının tanınmış olması, sendikaların siyasal ağırlıklarını ve ekinliklerini dolaylı olarak arttırıcı yönde sonuçlar doğurmuştur,denilebilir.
5.Memur Sendikaları
"Takrir-i Sükun" (1925) yasaklarını izleyen yasakçı "tek parti yönetimi" zamanında varlık gösteremeyen memur örgütleri 1946'da yeniden boy göstermeye başladılar. Mahalli düzeydeki öğretmen dernekleri 1946'da "Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu" nu kurdular. 1961 Anayasası'nın 46. maddesi sendikalaşma hakkını işçilerle birlikte memurlara da tanımıştı. Anayasanın bu hükmü uyarınca, 1965'te çıkarılan 624 sayılı "Devlet Personeli Sendikaları Kanunu" toplu sözleşme ve grev haklarını içermiyor, öte yandan işyeri, meslek ve statü (kademe) temelinde örgütlenmeye olanak veriyordu. Bu durum, tam bir sendika enflasyonuna neden oldu ve 1971'e kadar devam eden bu ilk sendikalaşma döneminde 600 civarında memur sendikası kuruldu. Birleşen bazı sendikalar "Türkiye Kamu Personeli Sendikaları Konfederasyonu" ve "Türkiye Devlet Teşekkül ve Teşebbüsleri Personel Sendikaları Konfederasyonu" adıyla üst örgütlenmeler yarattılar. Söz konusu dönemde oldukça cılız ve etkisiz olan memur sendikaları içinde TÖS ve T.İLK-SEN 15-19 Aralık 1969'da gerçekleştirdikleri 4 günlük "genel öğretmen boykotu" ile dikkati çekmektedir.
160 bin civarında öğretmenin çalıştığı 1969 Türkiye'sinde 110 bin civarında öğretmenin katıldığı bu boykot, işçi sınıfı tarihinin önemli grevlerinden biri olarak "meşru mücadele" anlayışının oluşmasında kritik bir rol oynamıştır. 12 Mart 1971 darbesinin ardından, 20.09.1971 tarihli Anayasa değişikliği ile Anayasanın 46. maddesindeki 'çalışanlar' ibaresi yerine 'işçiler' ibaresinin konulmasıyla ve 119. maddesinin de 'memurlar… siyasi partilere ve sendikalara üye olamazlar' biçiminde değiştirilmesiyle memurların sendikalaşma hakkı ortadan kaldırılmıştır. Anayasanın geçici 16,. maddesiyle de daha önce kurulmuş olan memur sendikalarının faaliyetlerinin sona erdirildiği hükme bağlanmıştır. 1971'de sendika hakkının böylece ortadan kaldırılmasının ardından memurlar 1980'e kadar sürecek olan yeni bir dernekleşme sürecine girdiler. TÖS ve T.İLK-SEN'in yerine TÖB-DER kuruldu. (1971) Tüm-Der, Mem-Der gibi tüm memurları kapsamayı amaçlayan memur derneklerinin yanı sıra TRT-DER, GENEL-DER, EGO-DER, DDY-DER, TEK-DER, SAYIŞTAY-DER gibi işyeri eksenli memur dernekleri ile daha genel ve kapsayıcı nitelikteki TÜS-DER, POL-DER, ENERJİ-DER, TÜM SAĞLIK-DER, TÜMAS, TÜM-ÖD gibi mesleki temelde dernekler kuruldu. 12 Eylül darbesi tüm işçi ve emekçi örgütlerine olduğu gibi, memur derneklerine de ağır darbeler vurdu, dernekler kapatıldı. Binlerce memur örgütsel faaliyetlerinden ötürü cezaevlerine dolduruldu, baskıya uğradı. Derneklerin mal varlıklarına el konuldu. 1986'da eski TÖS, T.İLK-SEN ve TÖB-DER yönetici ve üyelerince çıkarılmaya başlanan "abece dergisi" örgütlenme arayışlarını başlatmış, 1988'de çalışan öğretmenlerin üye olamadığı ama "fahri üye" olabildiği EĞİT-DER kurulmuştu. Yerel yönetimler, ulaştırma, sağlık vb. sektörlerde de yaygınlaşan dernekler, sendikalaşmanın "bir laboratuar çalışması" olarak önemli işlevler gördüler. 1989'da EĞİT-DER'in düzenlediği "Uluslararası Kamu Çalışanları Sendikal Haklar Kurultayı" ile sendikalaşma arayışları yeni bir evreye, "girişim evresine" taşındı. Bu gelişmede işçi sınıfının 12 Eylül yıllarında uğranılan hak kayıplarını telafi etmeye dönük "1989 Bahar Eylemleri"nin ve 1990'daki "madenci yürüyüşünün önemli bir itici rol oynadığı bilinmektedir. 28.05.1990'da Ankara'da kurulan ilk memur sendikası EĞİTİM-İŞ'i Temmuz 1990'da İstanbul'da KAM-SEN, 13.11.1990'da İstanbul'da EĞİT-SEN izledi. Kendilerine artık "kapıkulu zihniyetini" çağrıştıran "memur" yerine "kamu çalışanı" ya da "kamu emekçisi" diyen kamu görevlilerinin sendikalaşması çığ gibi büyümeye başladı.
6. TÜRKİYEDE SENDİKA SAYILARI
İşçi, Sendika ve Konfederasyon Sayıları: 2821 sayılı Sendikalar Kanunu çerçevesinde, ülkemizde 148 sendika ve 4 konfederasyon faaliyet göstermektedir. Bu sendikalardan 101’i işçi sendikası olup bunlardan 33’ü Türk-İş, 9’u Hak-İş, 16’sı DİSK ve 43’ü de bağımsız olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Toplam 47 işveren sendikasından 24’ü bağımsız olarak, 23’ü ise TİSK’e bağlı olarak faaliyetini sürdürmektedir. İşçi kesiminde Türk-İş, Hak-İş ve DİSK olmak üzere 3, işveren kesiminde ise TİSK Konfederasyonu olmak üzere toplam 4 Konfederasyon mevcuttur. Toplam sendikalaşma oranı ise %59,88'dir.

Kamu Görevlileri Sendika ve Konfederasyon Sayıları: 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununa göre kurulmuş sendika sayısı 102, konfederasyon sayısı ise 8’ dir. Toplam sendikalaşma oranı ise %57,89'dur.(Çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığı 2010 Raporu)
KAYNAKÇA

- Ahmet MAKAL,Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri (1923-1946), (1999) Ankara İmge yayınları
- Alpaslan IŞIKLI,Sendikacılık ve Siyaset, (1990), Ankara, 4. Basım, İmge Yayınları
- Berdan Güney,Kavel Grevi, Marksist tutum dergisi 
- Birten Çelik,Türkiye`de işçi hareketlerinin tarihsel gelişimi (1800-1870),Dokuz Eylül Üniversitesi doktora tezi 1999
- Dicle Yeşil,1966 Paşabahçe grevi,Marksist tutum dergisi
- Engin Sezgin,Bir sendika tarihi : Genel-iş (1962-1980),Yüksek lisans Tezi,ANKARA 2006
- Hasan Alpaslan Altuğ,1968 – 1980 Yılları arasında Konya'da Toplumsal hareketler Selçuk y.lisans tezi
- Kemal Hikmet,Tek partili dönemde işçi örgütlenmeleri ve sendikal hareketler, Aralık 2007
- Necmettin Özerkmen, Geçmişten Günümüze Türkiye'de Anayasa ve Yasalarda Sendikal Hakların Düzenlemesi ve Getirilen Kısıtlamalar, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi )
- Seda Akyalçın,Türkiye'de geçmişten günümüze işçi sendikaları ve siyasi partiler arasındaki ilişkiler, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir 2002
- Şehmus GÜZEL,Türkiye’de İşçi Hareketi (Yazılar, Belgeler),İstanbul 1993 Sosyalist yayınları
- Yüksel AKKAYA,Türkiye’de İşçi Sınıfı ve Sendikacılık 1, (2002) , Praksis, Kış 2002 sayı 5.
- HAK-İŞ Resmi web sitesi
- Tez-koop-iş (Türkiye,Ticaret,kooperatif,eğitim,büro ve güzel sanatlar işçileri sendikası) resmi web sitesi
- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı