1. Savaş Sonrasında Dünyadaki
Genel Görünüm ve Soğuk Savaşın Türkiye’ye Etkileri
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından,
kapitalist sisteme bir alternatif olma iddasıyla tarih sahnesine çıkmış olan
sosyalist rejimler etki alanlarını genişletiyor ve dünya nüfusunun yaklaşık
olarak üçte birini oluşturuyorlardı. (1917 yılında Rusya, 1949 yılında da Çin
dünya kapitalist sisteminden kopmuştu.) Bu durum, ABD yöneticilerinin Sovyet
tehdidi altında bulundukları bir korku ortamı yaratıyor ve komünizm tehdidi
ABD’nin dış politikasını şekillendiriyordu.
Savaş
sonrasında sosyalist rejimlerin etki alanlarını genişletmesi, Avrupa’da
Bulgaristan, Macaristan, Çekoslavakya, Romanya, Polonya, Doğu Almanya,
Yugoslavya, Arnavutluk’un komünistlerin yönetimine geçmesi ve böylelikle
kapitalizmin coğrafi alanının daralması üzerine, ABD dış politikası gereğince
NATO askeri paktı kuruldu ve sosyalizme karşı Soğuk Savaş dönemi başlatıldı.[1] Bu
iki kutuplu ideolojik savaşta taraflar, geri kalmış ülkeler ile
bağımsızlıklarını yeni kazanmakta olan ülkeleri kendi saflarına çekebilmek
adına kıyasıya bir rekabet içindeydi. ABD’ye göre bu rekabet ortamında öne
geçebilmenin koşulu, sosyalist rejimlerin müslüman ve anti-komünist bir
çemberle kuşatılmasıydı. Bu bakımdan Sovyet Rusya’ya komşu olan Türkiye’nin
özel bir önemi vardı. ABD, Türkiye’yi kendi safında görmek istiyor ve
Türkiye’nin de bunu açıkça belli etmesini istiyordu, ancak bundan sonra silah
ve yiyecek yardımı yapabilir, borç verebilirdi.[2]
Türkiye’de ise bu
dönemde, hem siyasi, hem iktisadi bakımdan yeni bir dönüm noktası olan 1946
seçimleri gerçekleştirilmişti. ABD’nin bu süreçteki rolü ise öncelikle çok
partili parlementer sisteme geçisi desteklemek, sonrasında ise kuşatma
politikasına uygun olarak, ABD karşıtı partilerin iktidara taşınmasına engel
olmak ve bu bağlamda bir anti-komünizm propagandası yürüterek, sağ eğilimli
partileri desteklemek olacaktı.
2. Demokrat Parti’nin
Kuruluşu ve 1946 Seçimleri
Türkiye, II.Dünya Savaş’ına
katılmadığı halde, her an savaşa dahil olabilme tehlikesine karşı, sanki savaştaymış
gibi politikalar yürütmek zorundaydı. Ülke savaşa girmedi, fakat mal
kıtlıkları, salgın hastalıklar, açlık ve yolsuzluklarla örülmüş bir altı yılı
yaşadı. Bu ortamda büyük bir ordunun beslenmesi, yiyecek stoklarının yapılması,
tarımsal ürünlerin zoralımı politikaları, köylünün giderek yoksullaşmasına yol
açıyordu. Savaş koşulları gerekçe gösterilse de, zaman zaman keyfi ve ölçüsüz
yapılan bu uygulamalar özellikle köylü üzerine ağır bir yük getiriyordu.[3]
Uygulanan despotik siyasa nedeniyle aydınlar, emekçiler, yoksul yığınlar tek
parti yönetiminin karşısındaydılar. 1930’lu yılların ve savaş döneminin
kendilerine ayrıcalıklı davranılan, kamu kaynaklarını yağmalarıyla zenginleşen
vurguncular, karaborsacılar, savaş zenginlerinin İstanbullu ve gayrimüslim
kanadı ‘’Varlık Vergisi’’ nedeniyle partiye güvenlerini yitirmişlerdi. Aynı
şekilde toprak ağaları da son anda gündeme gelen ‘’Çiftçiyi Topraklandırma
Yasası’’nın verdiği ürküntüyle CHP’nin karşısında yer almışlardı.[4]
CHP’nin toplumsal
meşruiyetinin aşınmaya başladığı bu dönemde bir de ABD’nin çok partili rejime
geçin bastırması ortaya çıkınca, CHP oy deposu olarak gördüğü köylüyü kazanmak
için ‘’Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’’nu çıkarmaya girişti. İşte bu kanunu
çıkarma sürecinde CHP’li milletvekillerinden kendisi de Egeli büyük toprak
sahibi olan Adnan Menderes ve arkadaşları (Celal Bayar, Fuat Köprülü, Refik
Koraltan) CHP’yi ve bu kanunu komünizmin yolunu açmakla suçlayarak büyük bir
muhalefete giriştiler; bu muhalefetten 7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti
doğdu.[5]
21 Temmuz 1946’da
Türkiye’nin ilk çok partili seçimi yapıldı. Bu yıl, Cumhuriyet Türkiyesi’nin
tarihinde hem siyasi, hem iktisadi bakımdan yeni bir dönüm noktası niteliğindeydi.
Siyasi bakımdan 1946 yılı çok partili parlementer rejime geçişin başlangıç
tarihini temsil etmekteyken, iktisadi bakımdan 1946 yılına dönüm noktası niteliğini
kazandıran özellik, on altı yıldır kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı,
dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği,
ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde artırıldığı, dış açıkların
kronikleşmeye başladığı, dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye
yatırımlarıyla ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmeye başlamış olmasıydı.[6]
Demokrat Parti’nin
baskı ve yolsuzluklar yapıldığını ileri sürdüğü Temmuz 1946’da yapılan tek
dereceli seçimle, CHP yeniden iktidarı ele almış olsa da, savaş yıllarında
uygulanan ekonomi politikalarından usanan geniş halk kitlelerinin CHP’yi
‘’cezalandırması’’ çok uzun sürmeyecekti.
3. Demokrat Partinin
İktidar Olma Süreci
Temmuz 1946’da
CHP’nin iktidar olmasıyla sonuçlanan ilk çok partili seçim yapıldıktan dört yıl
sonra, 14 Mayıs 1950 tarihinde yeni bir seçim yapıldı ve Demokrat Parti,
CHP’nin altmış dokuz sandalyesine karşılık, dörtyüz sekiz sandalyeyle seçimi
kazandı.
Aşağıdaki tabloda 1950 genel
seçimlerinde partilerin aldıkları oylar ve oy oranları gösterilmiştir.
Tablo 1: 1950 Genel
Seçimlerinde Partilerin Aldıkları Oylar ve Oranları
Parti Adı
|
Alınan Oy
|
Oy Oranı
|
DP
|
4.241.393
|
52,68
|
CHP
|
3.176.561
|
39,45
|
BAĞIMSIZ
|
383.282
|
4,76
|
MP
|
250.414
|
3,11
|
Kaynak: Devlet
İstatistik Enstitüsü
Savaş koşullarının neden olduğu kıtlık
ve yokluk gibi darlıkların yarattığı küskün halk kitlelerinin tepkilerinin bir
sonucu olarak iktidar olan Demokrat Parti’nin sınıfsal temeli, büyük toprak
sahipleri ile ticaret burjuvazisinin ittifakına dayanmıştır. Ancak, ağırlık
olarak kitlesel tabanını Anadolu’nun küçük ve orta köylüsü oluşturmuştur. Buna
paralel olarak seçim kampanyasını da köylüyü mürefa kılmak, on yılların
yoksulluğuyla sinmiş ve umutsuz durumda olan köylüye somut anlamda hizmet
götürmek eksenine oturtan partinin yöneticileri bu durumu her fırsatta dile
getirmişlerdir. Zira Başbakan Adnan Menderes seçimi kazanmasının ardından
yaptığı bir konuşmada şöyle demiştir:
‘’Türkiyenin
%80’i köylerde yaşıyor. Köylerde üretim toprağa bağlıdır. Toprak iyi tohum
ister, gübre ister, makine ister, sulama ister. Köylümüz bunları bir başına
yapamaz. Devlet olarak ona elimizi uzatmamız gerekli. Ziraat Bankası yoluyla,
kooperatifler yoluyla ucuz faizli krediler sağlayacağız. Köylümüz bunları
kullanarak makine alacak. Tohumunu ithal edeceğiz, onu ekecek, ucuz gübre
sağlayacağız, onu kullanacak. Bunlar da yetmez. Malını pazara götürmesi için
yolunu yapacağız, sağlığını koruyabilmek için içme suyunu getireceğiz. Bu da
yetmez. Mahsulünü değer fiyatıyla satmasını temin edeceğiz. Toprağa dayanan
istihsal denilince buna karayolları politikası, büyük sulama tesisleri,
limanlar girer. Bütün bunları yapmak için paraya ihtiyaç vardır. Maliye vekili
arkadaşımız kesenin ağzını açmanın çarelerini arayacaktır.’’[7]
Tarihçiler arasında, Demokrat Parti’nin
Mayıs 1950’deki bu ezici seçim zaferinin, modern Türk siyasal tarihinde bir
dönüm noktası oluşturduğuna dair yaygın bir mutabakat vardır.[8] Gerçekten
de, 1950’de, siyasal katılma bakımından dev bir adım atılmıştır. O zamana
kadar, meşrutiyetten cumhuriyete uzanan bütün demokratik reformlar hep tepeden
inme yapılmışken, ilk defa 1950’de, aşağıdan yukarı bir reform yapılmış, yüzyıllardan
beri ilk defa olarak Türkiye halkı, kendi arzusu ile idarecilerini
değiştirmiştir.[9] Ancak ekonomik olarak
bakıldığında devletçi bir ekonomiden liberal serbest pazar ekonomisine
geçişteki esas dönüm noktasının 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişi
değil, İnönü hükümetinin 1947’de almış olduğu kararlar olduğu görülecektir.
Zira bu dönemde CHP, liberal iktisatçılardan oluşan bir kadroya özel teşebbüsün
ve tarım, ulaştırma, enerji sektörlerine verilen önceliğin arttığı bir rapor
hazırlatmıştır. Resmen uygulamaya konmamasına rağmen bu plan, devletçi-korumacı
bir sanayileşme anlayışının artık kesinlikle gündem dışı olduğunu olduğunu
kanıtlayan bir belge olarak görülmelidir.[10] Bu
bağlamda aslında 1950 seçimleriyle siyasi iktidarın sınıfsal içeriğinde
niteliksel bir dönüşüm olmadığı söylenebilir.
4. Ekonomide ABD
Yörüngesine Giriş ve Tarımda Traktörleşme
II.Dünya Savaşı sonrasında birikim
modeli, uluslararası işbölümü ve çevre merkez ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır.
Türkiye açısından bu yeni dönem, dünya ekonomisinin dinamik merkezini oluşturan
ileri kapitalist ülkeler tarafından şartlandırılma ve biçimlendirilmenin önem
kazanmasını ifade eder. Nitekim bu dönemde Türkiye’nin tarım ve genel olarak iktisat politikalarının ABD, IMF
ve Dünya Bankası tarafından belirlendiği bilinmektedir.[11]
Türkiye, 1949’da
Dünya Bankası’ndan bir kalkınma modeli istemiş ve 1950 seçimlerinden sonra
Türkiye’ye gelen Dünya Bankası uzmanları şu gözlemlerde bulunmuşlardır:
- Türkiye’deki düşük gelir düzeyi yatırımlara ayrılabilecek kaynakları büyük ölçüde sınırlamaktadır. Türkiye’de özel biriktirim küçüktür ve gelir önemlice artıncaya kadar düşük kalacaktır.
- Endüstriyel gelişmeye, tarım aleyhine olarak verilen ağırlık çok fazla olmuştur. Tarım öne çıkmalıdır. Tarımda verimlilik artırılmadıkça, endüstri için gerekli besin ve işgücü sağlanamaz.
- Türkiye’de yatırımların dağılımının uygun mekanizması yoktur. Özel gelişim düzeninde, ekonomideki bir hata, iflasla sonuçlanacağı için kendiliğinden ortadan kalkar. Kamu işletmeciliğinde ise hata olarak kalır.
- Hükümetin mali politikası, para çıkarımı, emlakçılığı, ithalatçılığı karlı hale getirmiştir.
- Eğitim endüstrinin gereksinmelerine ayak uyduramamıştır. Eğitimin her alanında uzmanlaşma ihmal edilmiştir.[12]
Raporda da
söylendiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD ve Dünya Bankası
azgelişmiş ülkelerin önce tarım sektörünü modernleştirmesini yani
traktörleşmeyi, daha sonra tarım ürünleri ihracatına öncelik tanıyarak,
kalkınabileceklerini savunuyordu. Gerek uluslararası konjonktürün bu seyri,
gerekse Demokrat Parti’nin siyasal tabanının ağırlıklı olarak köylüye ve kırsal
bölgeye dayalı olması, partinin iktidarının sürmesi için ABD’nin önerdiği tarım
sektörü öncülüğünde kalkınma politikasını izlemeyi gerekli kılmıştı.[13] Bu
kalkınma stratejisi bağlamında ABD, 1947’den başlayarak Marshall Planı ile
birlikte Türkiye’ye borç vermeye başladı. Marshall Planı’yla sağlanan
kredilerle tarım kesiminde olağanüstü hızlı bir traktörleşme süreci yaşanmıştır.
Örneğin 1948-1952 yılları arasındaki toplam traktör sayısı 1750’den 30.000’e
yükseldi. Bu da 1948’de 14.5 milyon hektar olan ekilip biçilen dönüm miktarının
1956’da 22.5 milyon hektara ulaşmasına olanak sağlamıştı. Bu duruma çok iyi
giden hava koşulları da eklenince Demokrat Parti yönetiminin ilk üç yılında
tarım ürünleri bollaştı, çiftçinin geliri arttı. Tarımdaki bu büyümenin
öncülüğünde ekonomi bir bütün olarak %11-13 gibi hızlı bir oranda büyüdü.[14]
Marshall Planı
çerçevesinde tarımda yaşanan bu traktörleşme hareketi, tarım sektöründe ve bir
bütün olarak ekonomide olumlu gelişmelere yol açsa da, bu dönemde, adaletsiz
bir traktör dağılımı göze çarpar. Zira, her ne kadar küçük köylü de kredi
kolaylıklarından yararlanarak traktör kullanmaya başlamış olsa da
traktörleşmeden en çok 500+ dönüm toprağı olan büyük toprak sahiplerinin
yararlandığı görülmektedir.
Aşağıdaki tabloda,
işletme büyüklüklerine göre traktör sahipliğine ait rakamlar gösterilmektedir.
Tablo 2: İşletme
Büyüklüklerine Göre Traktör Sahipliği
Toprak Grubu
(Dönüm)
%
|
İşletme Sayısı %
|
Ekili Topraktaki
Pay
%
|
Traktörü Olan
İşletmeler
%
|
Toplam Traktörler
İçindeki Pay %
|
<50
|
68,8
|
24,4
|
34
|
20
|
50-99
|
18,1
|
23,9
|
24
|
9
|
100-199
|
9,4
|
23,7
|
20
|
22
|
200-499
|
3,2
|
17,0
|
14
|
21
|
500+
|
0,5
|
11,0
|
8
|
26
|
Toplam*
|
100,0
|
100,0
|
100
|
|
Kaynak: Köymen,
Kapitalizm ve Köylülük, s.140.
Tablodan
görülebileceği üzere, traktörleşmede en büyük payı 500+ dönüm grubu almış ve bu
grup toplam traktörlerin %26’sına sahip olmuştur.
Öte yandan yoğun
traktörleşmenin arifesinde, 1948-1954 yılları arasında Türkiye’de yaşayan ve
Türkiye tarımı üstüne çalışan bir Amerikalı sosyal bilimcinin New York’taki
kurumuna gönderdiği raporlardan birinde, Marshall Planı traktörleriyle ilgili
ilginç bir saptamayla karşılaşıyoruz:
‘’Eğer
Marshall Planı’nın tarım makineleri tahmin ettiğim gibi köylüyü kente göçe
zorlarsa, nasıl yaşayabileceğini düşünemiyorum. Hızlı tarımsal makineleşme,
hızlı bir sanayileşmeyle birlikte yürümezse, topraktan koparılan ve başka yerde
iş imkanları olmayan halkın önemli bir bölümü için yıkım getirir… Uzun dönemde
bir denge kurulur demek kolay. Ama bu arada on binlerce insan ekonominin
çarkları arasında ezilip yok olacaktır. Köylüler kente göç ettikten sonra ne
yapacaklar, kimse bunu bilmiyor, daha da kötüsü kimsenin umrunda değil.
İstikrarlı bir Türkiye böyle kurulamaz. Sanayileşme ve tarımın makineleşmesi
aynı şeyin iki yüzüdür… Bana öyle geliyor ki 20.yüzyıl uygarlığının tarım
makineleri gibi bir öğesini tek başına ilkel bir topluma sokmak… bunu tehlikeli
bir yok etme silahına dönüştürür… Bu makinelerin değil dostlarımın, en büyük
düşmanınım başına gelmesini istemem… Bazıları traktör bir silahla
karşılaştırılabilir mi diye düşünebilir. Bunlara, Amerika’nın ortabatısındaki
toz fırtınalarını(erozyonu) düşünün derim. Geçen yüzyılın sonu ve bu yüzyılın
başındaki kırsal kesimden sanayiye büyük göçü ve acılı işçi mücadelelerini
düşünün… Her şeye rağmen bizim Amerika’daki
makineleşmenin evrimi doğal bir süreci izlemişti; Türkiye’nin durumu
gibi dışarıdan zorla ve baskıyla dayatılmamıştı.’’[15]
Gerçekten de
makineleşme hareketi ile tarımda yalnızca yatay bir genişleme(ekilebilir
alanların artması) olmamıştır. Dikey bir genişleme de olmuş, makineleşme sonucu
tarım sektöründe verimlilik artmış, tarım işçilerinin makinelerle ikame
edilmesi sonucu açığa çıkan işgücü büyük kentlere akın etmeye başlamıştır.[16] Bu
dönemde bir milyonun üstünde insan toprağını terk etmiş, on yıllık dönemde
kentlerin nüfusu her yıl %10 artmıştır. Toprağını terk edenler, kente yeni
gelişen sanayilerde iş aramak için gelmekteydiler. Ne var ki, 1950’lerde bu
sanayilerin kapasitesi bu hızla artan ama vasıfsız olan işgücüne iş temin
etmede sınırlıydı. Sonuçta göç edenlerin sadece küçük bir kısmı sanayide
sürekli iş bulmakta, çoğu ise sonunda geçici işçi ya da sokak satıcısı olup
çıkmaktaydı.[17] Bu anlamda,
traktörleşmenin ilk döneminde Türkiye’deki Amerikan Yardım Teşkilatı’nın bu
olayın etkisinin araştırılması için Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörler
Kurulu ile birlikte yaptığı, sonuçları 1954’te açıklanan, Türkiye’de Zirai Makineleşme başlıklı araştırmanın bulguları dikkat
çekicidir. Bu araştırmanın önemli bulguları şöyle özetlenebilir:
- Traktör sayısı artarken, çift hayvanı sayısının azalması nedeniyle arpanın göreli önemi azalıyor ve makineleşme sayesinde en çok buğday ve pamuk ekim alanları genişliyor. Makineleşmeyle birlikte, toprak satın alma da artıyor ama traktör sahipleri en çok, kiracılık ve ortakçılık yoluyla işletmelerini genişletiyor… traktör mübayasıyla, yeni arazi satın alma bir arada gelişmiştir. Mülkiyetteki bu genişleme hem aynı köy hudutları içinde, hem de başka köy sınırlarını aşmak suretiyle vuku bulmuştur.
- Yeni toprak alanların %85’i kendi köyünden alıyor. Satın alınan toprakların %64’ü daha önce tamamen, %13’ü kısmen işlenmektedir, %23’ü ise hiç işlenmeyen topraklardır. Tamamen ve kısmen işlenmekte olan arazinin makine sahibinin mülkiyetine geçmesi küçük işletmelerin büyük işletmelere yer terketmesi demektir.
- Makineli çiftçilerin satın aldığı, tamamen ya da kısmen işlenen toprakların daha önce kimler tarafından işlendiği araştırıldığında, özellikle Ege ve Marmara’da kiracılıkla, gene Ege ve Güneydoğu Anadolu’da ortakçılıkla işlenen toprakların, Orta Anadolu’da ise sahibi tarafından işlenen toprakların satın alındığı görülüyor… makineleşen işletmelerdeki mülk araziye katılan ve daha önce tamamen veya kısmen işlenmekte olan arazinin %64’ü esasen sahibi tarafından, %24’ü ise kiracı tarafından, %12’si de ortakçı ve maraba tarafından işlenmekte idi. Demek oluyor ki, mülkiyetteki tevessü %76 nisbetinde sahibi, kiracı, ortakçı veya maraba marifetiyle işlenen arazi aleyhine vuku bulmaktadır. Küçük mülkiyetin böylece büyük mülkiyete yer terk edişi, üzerinde durulmaya değer sosyal bir olaydır… makineleşmenin zirai işletmelerde doğurduğu temerküz, daha ziyade, ortakçılık ve kiracılık şeklindeki işletme sisteminin inkişafi suretiyle tahakkuk etmiştir… makineleşme ve onun neticeleri olarak işletmelerdeki temerküz arazi ihtilaflarına yol açmış ve ihtilaf sayısını artırmıştır. İhtilafın en çok arttığı bölgeler Orta Anadolu ve Akdeniz bölgeleridir… Köylülerle şehirliler arasında ihtilafların en yoğun olduğu iki bölge, Akdeniz ve Güneydoğu’dur.
- 1948-1952 arasında her bölgede makineleşmiş işletmelerin ortalama büyüklüğü artmakla birlikte en fazla artış Orta Anadolu ve Güneydoğu’dadır.
- Makineleşmeyle birlikte çiftçiliğe başlayan aile oranının %15 ile en yüksek Güneydoğu Anadolu’da olduğu saptanır (genel ortalama %4) ve bu ailelerin %83’ü kendi köylerinden toprak satın alır (genel ortalama %38).
- Traktörleşme öncesi çiftçilik yapmayanların %61.4’ünün kasaba ve şehirlerde yaşadığı; bu ailelerin yarısından fazlasının ise (%53) esnaf ve tüccar olduğu belirlenir.
- Öte yandan traktörleşme yüzünden işsiz kalan ortakçıların büyük çoğunluğunun ‘’amele’’ olarak tarım işlerinde çalıştığını saptayan araştırmaya göre, traktör yüzünden ortaya çıkan topraksızlaşma en çok Akdeniz ve Güneydoğu’dadır. Özellikle Güneydoğu’da topraksızlaşan ailelerin bir kısmının devlet arazisini, ormanları açarak çiftçilik yapmaya başladığı, diğerlerinin kasaba ve kentlere göç ettikleri saptanmaktadır.[18]
Öte yandan tarımda
yaşanan traktörleşme ve bunun köylü tarımı üzerindeki etkileri üzerine Çağlar
Keyder’e ait farklı bir görüş vardır. Traktörleşme ve devlet politikalarının
köylü tarımını teşvik ettiğini öne süren Keyder’in değerlendirmesi şöyledir:
‘’Bu
açıdan en önemli gelişme, geniş toprakların tarıma açılmasıyla köylü
mülkiyetinin sağlamlaştırılması olmuştur. (…) Yalnızca zengin toprak sahipleri
traktör alarak topraklarını genişletmiyordu, (…) çoğu durumda traktörler
krediyle alınıyordu. (…) Traktörlerin coğrafi dağılımına bakıldığında büyük
toprak sahipliği rejimlerinin olduğu bölgelerde daha az olduğu, buna karşılık
piyasaya yönelik küçük çiftçiliğin bulunduğu bölgelerde çok daha fazla traktör
olduğu görülür.’’[19]
Demokrat Parti’nin
iktidarlığı süresince yapılan yatırımlara baktığımızda ise, dizginleri serbest
bırakılınca piyasanın işleyeceğine kesin olarak inanan partinin,
beklentilerinin karşılanmadığı görülmektedir. Demokrat Parti hükümeti 1951’de
yabancı yatırımı teşvik etmek amacıyla Amerika etkisi altında Yabancı Sermaye
Yatırımlarını Teşvik Kanunu’nu çıkarmış, bu yasa ile, savaş yılları boyunca
çeşitli yollarla (karaborsa, stoklama vb.) bir sermaye birikimi yaratmış olan Türk
burjuvazisinin ve yabancı kapitalistlerin Türk ekonomisine yatırım yapacakları
beklentisine girmişti. Ancak sonuç beklendiği gibi olmadı. Bu dönemdeki Türk
sanayicileri, bir iki istisna dışında, hala tümüyle kontrol altında
tutabildikleri nispeten basit aile şirketleri ile iş görmekteydiler ve
hükümetin beklediği yatırımı yapmakta tereddüt ediyorlardı. Teşviklere rağmen
yabancı yatırımlar da son derece sınırlı kalmış, Demokrat Parti’nin iktidar
yıllarında Türkiye’de yatırım yapan şirket sayısı otuzu geçmemiş ve bunların
payı özel yatırımlar toplamının %1’ini aşamamıştır. Sonuç olarak tüm liberal
politikalara ve söylemlere rağmen yatırımların %40-50’sini devlet yapmak
zorunda kalmıştır.[20] Bu
dönem içerisinde kısıtlı olan özel yatırımlar içinde ilk ciddi girişimi, bir
uluslar arası şirket olan Unilever yapmış ve Sana, Vita adlı nebati yağ
ürünleriyle piyasaya egemen olmuştur.[21]
1950-1960 yılları
arasında göze çarpan bir gelişme de karayolu ağının önceki döneme oranla
oldukça fazla genişletilmesidir. Bu dönemde Amerikalıların teknik ve mali
yardımıyla on yıl içinde 5400 kilometrelik sert yüzeyli çift geçişli anayol
yapılmıştır.[22] 1950 yılında Türkiye’de
sadece 1600 kilometrelik sert satıhlı yol olduğu düşünülürse, karayolu ağının
genişletilmesine ne denli önem verildiği görülecektir.
Tıpkı karayolu
ağının genişletilmesinde olduğu gibi aynı durum enerji yatırımları için de
geçerlidir. Zira bu dönemde elektrik üretimi bir önceki on yıla oranla 3.6 kat
artmıştır.[23]
5. Biriken Ekonomik
Sorunlar, 1958 Devalüasyonu ve Yeni Kalkınma Stratejisi
Demokrat Parti’nin ilk üç yılında tarımdaki
büyüme öncülüğünde ekonomide bir bütün olarak yaşanan canlanma 1954’te sona
erdi. Daha çok tarımda ekilip biçilen dönüm miktarının genişletilmesiyle
sağlanan tarımdaki ve bir bütün olarak ekonomideki bu canlanma, havaların
kötüleşmeye başlaması ve 1954 yılının kötü hasadı ile birlikte eski ivmesini
kaybetti ve ekonomik büyüme yüzde 13 civarından yüzde 4 civarına düştü. Ticaret
açığının 1955’te 1950 düzeyinin sekiz katına çıkmasına rağmen, hükümet ithalat
ve yatırım hızını sürdürerek, mali yardım almak ve kolay borçlanma koşulları
sağlamak için Türkiye’nin Soğuk Savaştaki stratejik konumunu sonuna kadar
kullandı ve sonuç olarak 1960’ta Türkiye’nin toplam dış borcu 1.5 milyar doları
bulmuştu. [24]
1958’e
gelindiğinde Türkiye aldığı dış borçları ödeyemez duruma geldi ve hükümet
IMF’nin isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. Bunun üzerine bu yıl büyük bir
devalüasyon yapıldı, Türk parasının değeri dolar karşısında düşürüldü, dolar
2.5 kat pahalandı.[25] Buna
karşılık olarak da ülkeye bir kısmını ABD, bir kısmını Avrupa ülkeleri ve bir
kısmını da IMF’nin karşıladığı 350 milyon dolarlık yeni bir paket borç verildi.
Türkiye’nin
uluslar arası kapitalizme eklemlendiği dönemi temsil eden 1950’lerde, ABD’nin
Türkiye’ye ‘’önerdiği’’ tarım sektörü öncülüğünde kalkınma stratejisi, önce
1958’de Türkiye’nin aldığı dış borçları ödeyememesi, daha sonra da yapılan
devalüasyonla birlikte ülkenin iyiden iyiye borç sarmalına girmesiyle iflas
etmişti. Kalkınma stratejisinin iflası, yeni bir ekonomik paradigmayı gerekli kılmış
ve 1960’larda Türkiye, 1950’li yıllardan farklı olarak ithal ikameci
sanayileşme modelini yine IMF’nin önerisiyle benimsemiştir.
6. Sonuç
Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın
ardından hem ekonomik hem de siyasal anlamda köklü bir dönüşüm süreci geçirmeye
başlamıştır. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla
siyasal katılma bakımından dev bir adım atılmış, yüzyıllardan beri ilk defa
olarak Türk halkı kendi iradesi ile yönetenlerini kendisi seçebilmiştir. Bu
dönemi Türkiye ekonomisi tarihi içinde farklı kılan nitelik ise, 1947 yılından
başlayarak devletçi ekonomiden, liberal pazar ekonomisine geçişin yaşanması ve
ekonomi politikalarını bu anlayışın şekillendirmesi olmuştur.
Ekonomide yaşanan bu paradigma değişikliğine
uygun olarak 1947’den başlayarak ABD’den Marshall Planı ile
birlikte borç alınmaya başlanmış ve bu alınan borçlarla da tarımda olağanüstü
bir traktörleşme süreci yaşanmıştır. Tarımda yaşanan bu traktörleşme ile
sağlanan verimlilik artışına bir de iyi giden hava koşulları eklenince Demokrat
Parti’nin ilk üç yılı, tarım öncülüğünde ekonominin hızlı oranlarla büyüdüğü
yıllar olmuştur. Ancak traktörleşmeyle birlikte, tarım işçilerinin makinelerle
ikame edilmesi sonucu açığa çıkan işgücü büyük kentlere akın etmeye başlamış
ancak göç edenlerin sadece küçük bir kısmı sanayide sürekli iş bulurken, çoğu
sonunda geçici işçi ya da sokak satıcısı olup çıkmıştı.
Öte yandan bu dönemdeki, yatırımlara
bakıldığında tüm liberal söylem ve politikalarına rağmen Demokrat Parti’nin beklentilerinin
karşılanmamış olduğu görülür. Bu dönemde çok kısıtlı olan özel yatırımların
yanında toplam yatırımların çok büyük bir kısmını devlet yapmak zorunda
kalmıştır.
1954 yılına gelindiğinde ise, Demokrat
Parti’nin ilk üç yılında sağlanan hızlı ekonomik büyüme rakamları, havaların
kötüleşmeye başlaması ve 1954 yılının kötü hasadı ile birlikte eski ivmesini
kaybetmeye başlamıştır. Bunun üzerine Demokrat Parti hükümeti mali yardım almak
ve kolay borçlanma koşulları sağlamak için Türkiye’nin Soğuk Savaştaki
stratejik konumunu sonuna kadar kullanmış ve sonuç olarak bu dönemden
başlayarak Türkiye’nin dış borcu giderek artmıştır.
1958’de Türkiye’nin aldığı dış borçları
ödeyememesi ile devam eden süreci, yapılan büyük devalüasyon izlemiş, Türk parasının
dolar karşısında değer kaybetmesiyle ile ülke tam bir borç sarmalına girmiştir.
Tüm bu gelişmeler aynı zamanda ABD’nin ‘’önerdiği’’ tarım öncülüğünde kalkınma
stratejinin iflas etmesi anlamına gelirken, yeni bir kalkınma stratejisinin
gerekliliğini de gündeme getirmiştir. Zira 1960’lara girilirken tarım
öncülüğünde kalkınma stratejisi terk edilmiş ve ithal ikameci sanayileşme
modeline geçilmiştir.
[1] Yıldırım Koç, Türkiye İşçi
Sınıfı Tarihi, Ankara: Epos Yayınları, 2010, s.134.
[2] Oya Köymen, Sermaye
Birikirken, İstanbul: Yordam Kitap, 2007, s.107.
[3] Suat Oktar ve Arzu Varlı,
‘’Türkiye’de 1950-54 Döneminde Demokrat Parti’nin Tarım Politikası’’, Marmara
Üniversitesi İİBF Dergisi, 2010, Cilt XXVIII, Sayı 1, s.5.
[4] Tevfik Çavdar, Bir
İnkilabın Günbatımı: 1908-2008, Ankara: İmge Kitabevi, 2008, s.179.
[5] Köymen, a.g.e., s.108.
[6] Korkut Boratav, Türkiye
İktisat Tarihi 1908-2009, Ankara: İmge Kitabevi, 2011, s.94.
[7] Oktar ve Varlı, (2010),
a.g.m., s.7.
[8] Eric Jan Zürcher,
Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000, s.321.
[9] Cem Eroğul, ‘’Siyasal
Katılmanın İdeolojik Ortamı’’, Mülkiye Dergisi, 1989, Cilt XXIV, Sayı 223,
s.94.
[10] Koratav, a.g.e., s.98.
[11] Köymen, Kapitalizm ve
Köylülük, s.135.
[12] Fikret Başkaya,
Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2009,
s.139.
[13] Oktar ve Varlı, (2010),
a.g.m., s.9.
[14] Zürcher, a.g.e., s.326.
* Devlet
işletmeleri katılmadığı için son sütunun toplamı 100 etmemektedir.
[15] Köymen, Kapitalizm ve
Köylülük, s.135-136.
[16] Başkaya, a.g.e., s.140.
[17] Zürcher, a.g.e., s.329.
[18] Oya Köymen, Cumhuriyet
Döneminde Tarımsal Yapı ve Tarım Politikaları, 75 Yılda Köylerden Şehirlere,
1999, s.18-19.
[19] Köymen, Kapitalizm ve
Köylülük, s.138.
[20] Zürcher, a.g.e.,
s.326-327.
[21] Çavdar, a.g.e., s.185.
[22] Zürcher, a.g.e., s.327.
[23] Başkaya, a.g.e., s.140.
[24] Zürcher, a.g.e., s.332.
[25] Köymen, Sermaye
Birikirken, s.106.
KAYNAKÇA
BAŞKAYA,
Fikret. Devletçilikten 24 Ocak
Kararlarına, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2009.
BORATAV,
Korkut. Türkiye İktisat Tarihi:
1908-2009, Ankara: İmge Kitabevi, 2011.
ÇAVDAR,
Tevfik. Bir İnkilabın Günbatımı:
1908-2008, Ankara: İmge Kitabevi, 2008.
EROĞUL,
Cem. Siyasal Katılmanın İdeolojik
Ortamı, Mülkiye Dergisi, 1989, Cilt XXIV, Sayı 223.
KÖYMEN,
Oya. Cumhuriyet Döneminde Tarımsal Yapı
ve Tarım Politikaları, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999.
KÖYMEN,
Oya. Kapitalizm ve Köylülük, İstanbul:
Yordam Kitap, 2008.
KÖYMEN,
Oya. Sermaye Birikirken, İstanbul:
Yordam Kitap, 2007.
KOÇ,
Yıldırım. Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, Ankara:
Epos Yayınları, 2010
OKTAR,
Suat ve VARLI, Arzu. Türkiye’de 1950-54
Döneminde Demokrat Parti’nin Tarın Politikası, Marmara Üniversitesi İİBF
Dergisi, 2010, Cilt XXVIII, Sayı 1.
ZÜRCHER, Eric Jan. Modernleşen
Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder